Popüler Yayınlar

18 Aralık 2007 Salı

“HİÇ ADAM” SAMUEL BECKETT’E (Yaşamı ve Sanatı Açısından) ÖZET BİR BAKIŞ - Polat İNANGÜL

(I.Bölüm)

Absürd Tiyatro toplumsal yabancılaşmayı bir insanlık durumu olarak almış, dünya savaşlarının yol açtığı, bunalımdan kaynaklanan kötümser, bilinemezci, hiçlikçi, yaşamın mantık dışılığı ve anlamsızlığını ortaya koymaya insanlar arası iletişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmıştır. Absürd tiyatro bu düşünce yapısı doğrultusunda, geleneksel dramatik biçimleri ve anlamlı diyalog düzenini yıkmış, eylem ve çatışmaya bağlı olmayan bir oyun yapısı kurmuş, mantığa aykırı bir diyalog düzenini oyun dili haline getirmiştir.

İnsanlığın durumunun absürdlüğüne karşı duyulan bu metafizik üzüntü yaygın anlamıyla, Beckett, Adamov, İonesco, Genet, Pınter gibi yazarların oyunlarının başlıca konusudur fakat absürd tiyatro, olarak isimlendirilen akımı tanımlayan, absürd sözcüğünde olduğu gibi yalnızca konu değildir. Yaşamın anlamsızlığına ülkülerin, saflığın ve amacın kaçınılmaz olarak diğerlerine benzer bir duyguda yazarların yapıtlarının çoğunun ana konusudur. Absürd tiyatro “insanlığın durumunun anlamsızlığını” duygusunu ve akılcı yaklaşımı, akılcı araçların ve düşüncenin terk edilmesiyle açıklamaya çalışır. Absürd tiyatro, insanlığın durumunun absürdlüğünü, tartışmayı bırakmıştır, onu yalnızca varlık olarak yani somut sahne görüntüleri açısından sunar. Aynı zamanda değer yitimine uğramış diliyle, sahnenin soyut görüntülerinden çıkacak bir “şiir”e de yatkınlık gösterir. Dil öğesi bu anlamda yine önemli bir rol oynar; ancak, sahnede olup biten, kişilerin ağzından çıkan sözleri aşar ve çoğunlukla onlarla çelişir. Örneğin İonesco’nun Sandalyeler’inde, oyunun şiirsel içeriği söylenen yavan sözlerde değil, onların, sürekli artan sayıda ki boş sandalyelere söylenmesinde yatar.

Absürd tiyatronun temelinde geniş ölçüde, batı geleneğinin antik uzantıları vardır ve Fransa’da olduğu kadar İngiltere’de İspanya’da İtalya’da Almanya’da İsviçre’de, Doğu Avrupa ve ABD’de yazar ve yorumcuları bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi ve en büyük temsilcisi ise Samuel Beckett’dir.

Beckett’in Yaşamı (1906-1989)

Absurd tiyatronun temel isimlerinden Samuel Beckett Dublin’de 1906 yılında dünyaya gelmiştir. İrlanda kökenli olan Beckett Oscar Wilde, Bernard Shaw ve William Buttler Yeats, gibi orta sınıftan bir ailenin çocuğudur. Protestan azınlıktan olan ailesi, öteki Protestan aileler gibi Katolik çoğunluktan, belirgin düşünme yetenekleri, duyguları ve ruhu baskı altında tutan sert yaşantıları ile ayrılıyorlardı. Beckett’in Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan çocukluğu böyle bir sosyal ortamda geçer. Yapıtlarında dine özellikle de İsa’ya ve çarmıha gerilişe yer yer dokunmasına bakarak, dinin bu ilk yıllarda Beckett’i derinden etkilediği söylenebilir. Çocukluğunda din eğitimi, gençliğinde Dublin’de İngiliz, Fransız ve İtalyan edebiyatı eğitimi görmüştür. 1923’te Dublin Üniversitesi’nde Trinity College’e girmiştir. 1927’de edebiyat lisansı almıştır. Notları iyi olduğu için üniversite tarafından Paris’te Ecole Normale Süperrore’a İngilizce okutmanı olarak gönderilmiştir.

Paris’e gelince James Joyce ile tanışır aralarında gelişen dostluk, henüz yirmili yaşların başındaki Beckett’i aydın çevresine kabul ettirir. Ayrıca Paul Valery, Leon Paul Farque, Jules Romain’le arkadaşlık kurar Parist’e geçen iki yıllık zamanda İngilizce’den Fransızca’ya çeviriler yapar. Joyce’a yardım eder, Proust üzerine bir inceleme hazırlar. 1931’de yayınlanacak olan Proust incelemesinde Beckett, Proust’un düşüncelerinin yanı sıra kendi düşüncelerini anlatır. Ayrıca bu incelemede, insanlar arasında iletişimin, aşkın, dostluğun olanaksızlığı gibi ileri yapıtlarında ele alacağı temalarında ipuçlarını verir. Parist’en sonra Beckett bu kez romans dilleri yardımcı profesörü olarak Tirinity Collage’a döner. Ancak Paris’ten uzak kalamayacağını anlamıştır. Edebiyat Doktoru payesini alır. Ancak kendisinin öğretim yapmak için yaratılmadığı kanısına varır ve meslek yaşamına son verip 1937’de Paris’e yerleşir. Paris’te Whoroscope adlı şiiri ile ödül kazanmış ve şair olarak tanınmıştır. (Bu şiir Descartes hakkındadır: “yanılıyorum o halde varım”). Paris’i tercih etmesinin sebebi güzel sanatların tartışıldığı ve pazarlandığı bir şehir olmasının yanı sıra, insan kalabalığı içinde bireysel yaşantıyı sürdürebilme olanağı olmasıdır. More Pricks Than Kicks (Tekmeden Çok Çifte) adlı öykülerinde tanıdığımız Belacque isimli kahraman gibi Beckett’de rutin adamı değildir. Değişiklik onun için yaşamın anlamlarından biridir.

İlk romanı Murphy’i 1938’de yayınlanmıştır. Yalnız çevresinden, sevdiğinden değil, kendinden de kaçan bir adamın ve sevgilisi Celra’nın hiçbir yere varamayan serüveninin ve aralarında bir türlü kurulamayan iletişimi anlatan yapıt beklenen ilgiyi görmez. Bundan sonra Fransızca ilk oyunu olan, Eleutheria’ı yazar. Üç perdelik bu oyun ikiye bölünmüş bir sahnede oynanmak için yazılmıştır. Beckett bu yapıtta sosyal ve evcil sorumluluklardan kurtulmaya çalışan bir genci anlatır. Murphy ve Eleutheria Beckett’in bireysel yaşama ve özgürlüğe olan özleminden doğmuş iki yapıttır.

Paris, Beckett’in sığındığı bir limandır sanki. Yine bu şehirde kendi yapıtlarındakine benzer bir macera geçer başından. 1938 kışıdır; bir gece Paris sokaklarında gezerken bir serserinin saldırısına uğrar. Göğsünden bıçaklanır. Kendisini yoldan geçen bir genç kız hastaneye götürür. Bu bayan daha sonra evleneceği Suzanne Dumesril adlı piyanisttir. İyileşip hastaneden çıkınca hapishaneye gidip kendisini bıçaklayan adamla görüşen Beckett ona bunu neden yaptığını sorar. Yanıt: Bayım, inanın bilmiyorum! (Bu yanıt Molloy veya Godot’u Beklerken’deki kişilerden birine ait olabilirdi pekala…)

1939’da savaş çıkınca Beckett İrlandalı yani tarafsız bir bölgenin insanı olduğu için, Almanların işgalindeki Paris’te yaşamaya devam etmiştir. Tam bir Nazi düşmanıdır, yeraltı hareketlerine katılır ve Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine sığınmak zorunda kalır.[1]

1945’de yeniden Paris’e döndüğünde Beckett’in en verimli dönemi başlamıştır. Beş yıl içinde en önemli yapıtlarını Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan adlı romanlarını Eleutheria, Godot’u beklerken, Oyun Sonu oyunlarını ve Hiç İçin Öyküler ve Metinler başlığı altında topladığı yazılarını ve öykülerini yazar.

Yaşamının sonuna kadar Fransa’da kalan Beckett, Paris’te kendisini kapattığı evinde, dünya üzerindeki Pessimizm’i besleyerek; yaşamdaki aptallıklara, saçmalıklara uyumsuzluklara acılara bakıp neredeyse dünyaya küserek yaşamıştır. Hiç ödün vermemiş hiçbir gazeteciyle görüşmeyi hiçbir toplantıya konferansa, galaya katılmayı kabul etmemiştir. Nobel ödülünü kazanır ancak ödülünü almaya Stockholm’a gitmek yerine Tunus’a tatile gider.[2]

Alçakgönüllü bir yaradılışı olan Beckett, içe kapanık ve katı ilkelere sahiptir. Peggy Guggenheim’in notlarına göre, dünyaya geldiğine pişman gibidir. Bu uzun boylu, zayıf adam adeta nefes almaktan hoşlanmıyordur. Çevresi ve ailesiyle ilişkisinin zaman zaman çatışmalı, genelliklede durgun ve mesafeli olduğu bilinen Beckett şöyle der:

“…Evdekiler benim mutlu olmam için ellerinden geleni yaptılar. Ne yazık ki mutluluk yeteneğim yoktu. Bazen yalnız hissederdim kendimi, durup dururken sıkılırdım…” [3]

Beckett 1937-1950 yılları arasında hemen her yıl Dublin’e giderek sinirleri ve beyni eriten bir hastalığa yakalanmış olan annesinin başında oturup onun yavaş yavaş ölmesini izlemiştir. Bilinci ayakta tutma yolunda son çabalarını harcayan, ölmeye yatmış yaşlı insanları anlattığı yapıtlarında, kuşkusuz, babasının ve annesinin yatağı başında geçirdiği saatlerin ve günlerin büyük etkisi vardır. Babasının ölümüne neden olan iki kalp krizi sırasında da ailesinin yanındadır. 1933 Aralık ayında Londra’ya gittiği ve bir klinikte psikanaliz yaptırdığı biliniyor. James Joyce’un kızı ile de burada tanışmıştır. Beckett, genç kızın kendisine olan ilgisine yanıt vermemiştir. 1961’de evlendiği Suzanne Dumesnil ile yaşamının sonuna kadar evli kalmış ancak, Beckettlerin hiç çocuğu olmamıştır.

“…ölümlü insan yaşamının kısır çabalarına ağıt yakan, doğmamış olmayı erdem sayan bir yazarın varoluşun tedirginliğine tutsak edeceği bir bireye can vermesi elbette düşünülemezdi…” [4]

1989 yılının başında Beckett kendi isteğiyle Paris’teki evinden ayrılıp bir bakımevine gider çünkü karısına yük olmak istemiyordur. Sabahları yarım saatlik bir yürüyüş dışında kalan saatlerde okudu, notlar düştü. Öldüğünde başucunda, Dante’nin İlahi Komedya’sı vardı.

Beckett’in Sanatı

Samuel Beckett oyun yazarlığı ve yazın sanatı anlamında A. Strindberg, L.pirandello, Alfred Jerry, Antonıin Artaud, Eugene İonesco ve Jean Genet’den etkilenmiştir. Beckett’in biçim anlayışında Jarry’nin büyük etkisi vardır. Dilin alışılmışın dışında kullanılışı, ilkin o zamana dek kullanılan dilin sağlam bir anlaşma aracı olarak kabul edilemeyeceğinin farkına varılması ile başlamıştır. Dile karşı ilkin, gerçeküstücüler saldırırlar. Düş dünyasını yaşantı alanımızın bir parçası kabul ederler. Söz, sadece bir araçtır. Artaud’un dil konusundaki düşünceleri Beckett’i etkilemiştir. Dilin rolünü değiştirmek ve önemini azaltmak gerektiğini söyleyen Artaud, kavramsal dil yerine doğaötesi bir dilin kullanılması gereğini savunur.

Diğer yandan Beckett, bir çok yönden Çehov’un oyunlarında belirginleşen içe dönüklüğün, ilişkisizliğin, konuşmaların içinin boşalması ve eylemsizliğin bir devamını anlatır gibidir. Çehov’un oyun kişileri, yaşamlarının anlamlarını yitirmiş, sevdikleri, bağlandıkları hiçbir şey kalmamış, iç sıkıntısı içinde boğulmaktadırlar. Beckett da Çehov gibi oyunlarında durgun, dahası donmuş bir dünyayı anlatır. Söz gevezelikten öte anlam taşımaz. Beckett’in kahramanlarının zaman öldürmekten başka bir işi yoktur; kaldı ki bu bile onlara ağır gelir. Son ve kesin dağılışlarını, bitişlerini düşlerler. Kişiler sağır dilsiz, kör, kötürüm olurlar ve anıları, bellekleri yok olur. Beckett’in tüm yapıtları yazarın yaşamıyla bir bütün oluşturur. Bu bütünün içerdiği temel eylem “endişe içinde yaşamak”tır. Martin Esslin ise bu durumu Beckett’in kendisinin Joyce’un “Work in Progres”i üzerine yazdığı bir yazıda belirttiğini söylüyor ve şöyle açıklıyor:

“…sanatsal bir anlatımın iç durumu, onun anlamından, kavramsal içeriğinden ayrılamaz; çünkü açıkça, bütün olarak sanat ürünü, onun anlamıdır, içinde söz edilen, şey, söylendiği biçime sıkı sıkıya bağlıdır ve başka türlü söylenemez…” [5]

Beckett’in Joyce ve Dickens’e yakınlık duyduğu biliniyor. Ayrıca Camus’un “saçma”yı kullanısıyla, Beckett’in kullanışı arasında önemli özdeşlikler kullanmak olasıdır. Murphy ile Yabancı aynı malzemeden yoğrulmuş iki eserdir. Okur, her iki romanda da kahramanın saf kalma, dünyanın kendisinden beklediği anlamsız ilişkilerden kaçma girişimini görebilir. Her iki kahramanda beklenenin dışında yaşarlar, varoluşun saçmalığıyla yüzleşirler.
Beckett konuları yönünden varoluşçu yazarlarla benzerlikler gösterir. Ancak konuların işlenişi açısından farklılıklar vardırr. Beckett’in dikkati bireyin bilincine yönelmiştir. Sartre’a göre de birey bir merkezdir ancak bağlantı kuramayan bir merkezdir. Beckett insan yaşamında tek doyurucu ilişkinin arkadaş-dost ilişkisi olduğunu dolaylı yoldan anlatır. İnsanın yaşama dayanması ancak böyle mümkün olacaktır. Ancak düş kırıklığı yinede peşini bırakmaz. Beckett’in konularının başında tanrı gelir. Zaman zaman dinbilimle alay etse de, tanrı Beckett’in düşüncesini etkiler. İrlandalı olması nedeniyle, koyu bir Katolik ortamdan gelmiştir.1930 yıllarda Fransa’yı yurt edindikten sonra İrlandalı kimliğinden adım adım uzaklaşmıştır. Kutsal kitap “başlangıçta söz vardı” der. Beckett’in sözden sözsüzlüğe gidişi kimi yazarlar tarafından katı Katolik ilkelere bir karşı çıkış diye yorumlanır.[6] Fransızca yazmayı seçişi de bu anlamda yorumlanmıştır. Godotu Beklerken’de Lucky’nin yer yer salt sese dönüşen tiradında ya da oyun sonunda Hamm’ı kesin ve bir o kadar da anlamsız yorumlarıyla iki kat saçmalaştırdığı bir boşluğa monolog söylemesi gibi… Bu yüzden Beckett da insanlar arasında ilişkisizliğin ilişkisi vardır denebilir. Örneğin ilişki yoktur ama Vladimir ile Estragon birbirlerinden ayrılamazlar. Hamm ile Clov da da aynıdır. Onlar, birbirleriyle olmaya mahkumlardır:

CLOV – Beni niye tutuyorsun?
HAMM – başka kimse yok ki.
HAMM – neden gitmiyorsun?
CLOV – başka yer yok ki.[7]

Beckett da kelimelerin ölümü sözkonusudur. Söylemini etkileyen suskular, değişik süre ve sıklıklarıyla müziktekiler kadar dikkatle modüle edilmiş olarak boş değildir. İçlerinde adeta işitilebilir yankısı vardır söylenemeyen şeylerin… Özellikle de bir başka dilde söylenen kelimelerin… Beckett iki dilin ustasıdır. 1945’e kadar İngilizce, daha sonra da Fransızca yazmıştır. İki dilde birden ustalaşmak, yeni ve anlamlı bir olgudur. Çok yakın zamana kadar, yazar deyince kökü anadilinde olan, duyarlığı bu dilin kabuğu içinde sıradan kişilerinkinden daha çok yer etmiş ve bunun böyle olması da kaçınılmaz olan kişi gelirdi akla. Yazım dünyasında deha denebilecek Vladimir Nabakov, Louis Borges ve Beckett’in her birinin birçok dilde virtiözlüğü son derece ilginç ve yeni bir şeydir.

Beckett’in bütün kahramanları boşlukta konuşurlar. Hiçbir yere götürür Beckett, hiç olan insanların hiç için hareket ettiği hiçin dünyasına; hiçlik ve her şey evrenine. Beckett’in bizi karamizahla ve acıyla soktuğu bu evrende, insanın trajedisine duyduğumuz merhamet duygusuyla ineriz yeryüzüne: gövdemiz yaralı, aklımız eksik…

“…bir oyunbozandır Beckett bütün geleneksel anlamların paranteze alınıp yerine başkalarının konduğu bu yokluk ortamında Beckett’in yaptığı sadece bir ihbardır: isyan etmez. Gözetler; saçmayı yargılamak için saçmanın dışında durmaz; içine yerleşip bu ilk, temel anlamsızlığa gönüllü olarak girer ve kahramanlarını da seyircisini de oradan asla çıkarmaz…” [8]

(II.BÖLÜM)

BECKETT’İN YAPITLARI

A- Düzyazıları ve Romanları


İlk romanın kahramanı Murphy bir anti-kahramandır. Belli bir eğilimden geçmiş olan Murphy yalnız ve edilgendir. İşsizdir, tek mutluluğu sallanan bir koltuğa kendini çırılçıplak bağlamak, iç dünyasına çekilip orada yolculuklara çıkmaktır. Sevgilisi Celia bir fahişedir. Bedensel bir aşkla sevildiği ve dış dünyaya ait olduğu için Murphy’nin reddetmek istediği bir kadındır. Murphy, peşini bırakmayan dış dünyadan kaçarken, sığındığı akıl hastaları tarafından dışlanır. Yapıtın traji-komik öyküsü bu merkezi çelişki etrafında gelişir.

Descartes’in ruh-beden ikiliğinden etkilenen Beckett, bu ilk romanında, ruhla bedenin, iç dünyayla fiziksel dünyanın kaynaşma zorunluluğundan uzakta bir arada yaşayabileceğini göstermek ister. Doğu mistisizminden hareketle, bedenin ait olduğu fiziksel dünyada asla tam özgür olamayacağı, gerçek özgürlüğün düşüncelerde yaşanabileceği fikrini ana izlek haline getirir. Murphy, sadece sözcük üreterek var olabilen anti-kahramanların ilk örneğidir.

Watt, Beckett’in ikinci romanıdır. II.Dünya Savaşı sırasında yazılan bu roman savaşa ilişkin bir şey içermez. Gülmeyi bile bilmeyen bir adam olan Watt, sessiz sinema komikleri gibi yürümektedir. Yaşamdaki her şeye bir de kendisi ad verdiği için, en sıradan işler için bile, örneğin köpeğe yemek verilmesi gibi bir iş için zihninde olası bütün biçimleri gözden geçirip en akla uygun biçimde, yeniden kurması gerekmektedir. Beckett Watt’da insan zihninin saçmalığını acımasızca teşhir etmektedir.[9]

Molloy, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan üçlemesinde Beckett, insan benliğinin kimlik sorununu kimliğin içinden bakarak ele alır. Varlığın özünü yakalamak için, bilinç akışını ele geçirmeye çalışır. Bulabildiği tek şey gözlemledikleri anda kendileri de yeni bir gözlemcinin gözlem nesnesi haline gelen ve sürekli uzaklaşan bir gözlemciler yada öykü
anlatıcıları korosudur.

Örneğin; Molloy ve Moran yani üçlemenin ilk bölümündeki kovalayanla kovalanan böyle bir gözleyen, gözlenen çiftidir. Molloy’un kişiliği sonunda ikiye bölünür. Dedektif Moran olmuştur artık. Kendisinin peşine düşer ve bu izleyiş sırasında o da sonsuz bir yanılgıya saplanır. Malone ise ölmekteyken zamanını açıkça kendisinin çeşitli yönlerini yansıtan insanlar hakkında öyküler uydurmakla geçirir.

Üçüncü bölüm en temele doğru uzanır. “Ses” adlandırılamayan birine aittir. Mezarın ötesinden mi, yoksa doğum öncesi karanlıktan mı geldiği belli değildir. Adlandırılamayan hiçbir zaman elde edemeyeceğini bildiği gerçek sessizliğe ulaşmak için mücadele eder.

“… O Adlandırılamayan’dır, varlıksız bir varlıktır. Yaşayamayan, ölemeyen, tükenemeyen, başlayamayan, pörsük ve can çekişen bir ‘Ben’dir…” [10]

Beckett öznesinin anlattığı aslında düşünce olmayandır. Dili düşünce olarak örgütleyemez bir türlü. Molloy da Malone de her düşünme ediminin önlerinde açtığı kuşku çukurunda fazla oyalanmazlar. Düşünce diye putlaştırdığımız şeyleri hiç önemsemezler. Bu durumda “düşünülmeyen”le sıkı bir işbirliğine geçilir. Molloy ve Malone konuşurlar ama hiçbir şey demezler. Molloy’un ölüm yatağındaki annesinin yanına gidip başıboş dolaşması gibi.

B- Oyunları

Godot'yu Beklerken Samuel Beckett'ın en çok tanınan eseridir. 1952’de yazılıp 1953’de ilk kez Roger Blin tarafından sahneye konmuştur. Gülünçlük ve tekrar üzerine temellenen ve absürd tiyatronun şaheseri olarak kabul edilen bu oyun, çok anlamlılığı nedeniyle çeşitli yorumlara uğramış olmakla birlikte tematik açıdan “bekleme olgusu”nu insan yaşamına ilişkin ve evrensel biçimde komik olana indirgeyerek verir. Godot’yu Beklerken’de sürekli insanın varoluşuna ilişkin sorular sorulur sürekli de yanıt alınamaz, çünkü yanıt yoktur. Böylece varoluşun anlamına ve temel yaşam deneyimine yeni bir biçim ve anlam kazandırışıyla beraber dünyaya ve insana ilişkin geleneksel ve yaygın kabulleri derinden sarsar. Aristoteles'ten beri tiyatroya egemen olan kuralların, bu oyun için hiçbir geçerliği yoktur. Herhangi bir olayın dile getirilmesi, aksiyonun yükselmesi, alçalması ve çözüm noktasına ulaşması söz konusu değildir. Çünkü bu oyunda, bir olayın öyküsü yer almaz. Burada insanların neyi ve kimi niçin beklediği yada Godot’nun neyi ve kimi temsil ettiği belli değildir ancak sürekli aynı şeyler kendini yineler Martin Esslin ise “Absurd Tiyatro” adlı çalışmasında Godot’yu Beklerken’i tam anlamıyla çözümleme çabalarına şöyle yanıt veriyor:
“…godot’un kimliğini bularak açık ve kesin bir sonuca varma çabası, Rembrandt’ın bir tablosundaki ışık ve gölge oyununun ardındaki saklı çizgileri boyayı kazıyarak bulmaya çalışmak kadar aptalca olurdu…”[11]

Godot'yu bekleyenler, (Vladimir ve Estragon) kimi zaman bulundukları yeri ve zamanı unutan, kimi zaman çekip gitmek isteyen ama bunu yapacak cesareti içlerinde bulamayan, ancak yine de neden beklediklerini tam olarak bilemedikleri halde, beklemeyi kendilerine iş edinenlerdir. Bu iki karakter aynı zamanda birbirlerinin tamamlayıcılarıdırlar. Estragon düş kurarken Vladimir düşlerden bahsedilmesine katlanamaz. Vladimir’in nefesi kokar Estragon’un ise ayakları. Vladimir geçmişi anımsar Estragon ise unutkandır. Estragon gülünç öyküler anlatmayı severken Vladimir bunları duyduğunda hüzünlenir. Yaratılışlarındaki zıtlık aralarındaki çekişmenin nedenidir ve ayrılmamalarına yol açar. Bu tamamlayıcı kişiliklerinden kaynaklı birbirlerine bağlıdırlar ve birlikte kalmak zorundadırlar ancak sonuçta ikisi de sefil yaşamlarına bir anlam kazandırmaya çalışan, bunun için de kendilerine Godot'yu beklemeyi amaç edinen iki insandır.
Krapp’ın Son Bandı, Beckett’in 1958’de yayınlanan tek perdelik en lirik oyunudur. Beckett bu oyunda, insan doğasının karmaşıklığını göstermek için bir teyp kullanır. Krapp çok yaşlı bir adamdır. Yetişkinliği süresinde her yılın önemli olaylarını ve bunlarla ilgili izlenimlerini banda kaydeder. Sahnede onu yaşlı, bitkin, başarısızlığa uğramış olarak görürüz. Krapp bir yazardır ancak kitapları alıcı bulamamıştır. Beckett bu oyunda benliğin durmadan değişen yapısı sorununa grafik bir anlatım sağlamıştır. Bu oyunda dilin, gerçeği anlatma konusundaki kuşku ortaya konur. Geçmişteki Krapp ile bugünkü Krapp aynı insan olmamalarına rağmen birbirlerine hangi anlamda benzemektedirler? Sahnede, boşlukta dalgalanıp duran bu dil neyi kanıtlamaktadır? Boşa geçmiş bir yaşamı mı?
Tüm Düşenler’in adı kutsal kitaptaki 145. Mezmurdan alınmıştır. “Rab, bütün düşenlere destek olur ve bütün eğilmiş olanları doğrultur.” Ancak oyunun anlattığı bunun tam tersidir. Oyunda Maddy Rooney adında, çok şişman ve çok yaşlı bir kadın, saat 12.30 treniyle gelecek olan kocasını karşılamak üzere tren istasyonuna gitmektedir. Yaşlı kadın bir karabasandaki gibi ağır ağır ilerler. Yolda bir sürü insanla karşılaşır, onlarla konuşmak ister ama başarısızlığa uğrar, Minnie adlı kızını kaybetmiştir. Sevgisiz ve zor bir yaşamı vardır. Kocası Dan kördür.
İstasyona gelen bayan Rooney, bilinmeyen bir nedenle geciken treni beklemeye koyulur. Tren geldiğinde Dan ve Maddy eve doğru yola çıkarlar. Dan Rooney, çocuklar kendilerine bağırıp gülerken “bir çocuğu öldürmek istedin mi” diye sorar ve kışın kendisini eve getiren çocuğu öldürme isteği duyduğunu söyler. Tam evlerine yaklaştıkları sırada bir çocuk arkalarından koşar; bay Rooney’in trenin kompartımanında bıraktığı bir şeyi göstermektedir. bu bir çocuk topudur. Çocuk trenden düşmüş ve ölmüştür… Dan Rooney bir çocuğu trenden itmiş ve öldürmüştür.
Korlar da Krapp’ın son bandına benzer bir oyundur. Oyunun kahramanı Henry geçmişi üzerine düşünceye dalan yaşlı bir adamdır. Arka plandan denizin sesi gelirken Henry önce ölen babasıyla, sonra da ölen karısıyla bağlantı kurmaya çalışır. Dışarıda soğuk kış gecesi yaşanırken, içerideki ateşte sönmek üzeredir.
Henry geçmişi “hikayeler” biçiminde hatırlamasıyla ve bitmez tükenmez bir konuşma gereksinimi içinde olmasıyla, Beckett’in üçlemedeki roman kişilerine benzer.
Beckett’in Cascando oyununda ele aldığı konu, sürekli konuşma itisi ve kendi kendine hikayeler anlatma gereksinimidir. Bu radyo oyununda iki ses vardır. Ses ve açıcı. Ses, açıcının kafasındaki sestir. Bu ses Woburn adlı birini izlemesini anlatır. Bir kez Woburn’a ulaşınca tüm acılar son bulacaktır. Woburn’un öyküsü bitince, hem varoluşun gizini açıklayacak hem de varoluşa son verip artık hiçbir öykü anlatmadan huzurlu bir uykuya dalacaktır. Öte yandan “bilinç”in sesinin sürmesiyle “ölüm”e karşı direnildiği duygusu da oluşturur.
Words and Music (Sözler ve Müzik) adlı oyununda zorba bir adam olan Croak vardır. Bu adamın iki uşağının adları “Sözler ve Müzik”tir. Croak, uşaklarından, aylaklık, yaşlılık, sevgi gibi konularda doğaçlama yapmalarını ister, yaptıkları karşısında hiçbir zaman tatmin olmayarak uşakları tartaklar. Hep fazlasını ister. Bu oyunda karakter ikinci düzeye gerilemiş, sözler ve müzik insandan bağımsız bir varlık kazanmıştır.
Play (Oyun) adlı oyunda iki kadın ve bir erkek arasındaki aşk üçgeni anlatılır. Kadınlar ve erkek büyük toprak vazolar içindedirler yalnız başları görünür. Gövdelerini yitirmiş, yalnızca bilinçleriyle varolan üç kişinin “araf” olarak nitelenebilecek ‘eşik’te bekleyişlerini anlatan Beckett, tiyatro tekniği açısından büyük bir yenilik yaratmış, oyuncuyu bireysellikten iz kalmamış bir ‘ses’le sınırlamıştır.
Come and Go adlı oyunda kendi alın yazımızla karşılaşmak istemeyişimizi anlatır. Oysa başkalarının ne yapıp ettikleriyle her zaman ilgiliyizdir. Üç kadın vardır. Flo, Vi, ve Ru. Sırayla her biri dışarı çıkar ve onun ardından diğer ikisi, kendisinin bilmediği bir şey konuşurlar. Her biri için aynı şey üç kez yinelenir. Sonunda sessizlik içinde yüzleri seyirciye dönük dururlar.
Hayalet Üçlüsü ve Bulutlardan Başka adlı oyunlarda gelmeyen bir sevgili beklenir. İki yaşlı adamın duyarlık düzlemi anlatılır. Beethoven’ın “Hayalet” lakapıyla anılan “Beşinci Piyano Üçlüsü”nün eşliğinde gelişen oyunda televizyon kamerası yalnızca üç kez hareket eder. Önce bir kadın sesi duyulurken elinde kaset tutan ve hiç konuşmayan yalnız, yaşlı erkek gösterilir; kadının sesinin uyarısıyla kamera erkeğin yarı karanlık odasında gezinir. Son aşamasında ise kapı vurulur ve bir küçük çocuk başını iki yana sallar ve gider. Godot gibi sevgili de gelmeyecektir.
Beckett’in son oyunlarından olan Felaket, Çekoslavakya’daki kapalı rejim sırasında büyük baskılar altında ezilmeye çalışılmış ünlü oyun yazarı Vaclav Havel’e adanmıştır. Oyunda bir yönetmen ve yardımcısı tarafında iradesiz bir kukla gibi kullanılarak biçimden biçime sokulan “oyun kahramanı” oyuncu, bir “kurban töreni” süreci içinde tepkisiz bir görüntüye indirgenir ve son aşamada yalnızca yüzüne ışık tutularak seyirciyle göz göze getirilir.
Söyle Joe, televizyon için yazılmıştır. Yalnız ve yaşlı adam Joe, yatağında otururken sürekli bir kadın sesi tarafından azalır bu kadın Joe’nin katı kalpliliği yüzünden intihar etmiş bir kadına aittir. Joe pişmandır, suçluluk duymaktadır, ses onun iç sesidir.
O zamanlar adlı oyunda, uzun bir yaşam üç ayrı ses yoluyla özetlenir. ses A, kahramanın çocukluk anılarını tazelemeyi başaramadığını; ses B, sevilen bir kadını yitirişin anısına; ses C ise yaşlandığı aşamayı dile getirir.
Adımlar adlı oyun, orta yaşlı bir kadının görüntüsünden ve yaşlı bir kadının “ses”inden oluşur. Doğmasını engelleyebileceği kızını doğurup anlamsız bir yaşama tutsak eden yaşlı bir kadının hesaplaşmasını anlatır. Doğmamış olmayı şans kabul eden Beckett’in yazı dünyasında en büyük suçlu annedir.
Beckett’in bilinen son oyunu olan Ne Nerede insanların kuşaklar boyunca varoluşun gizini çözmelerini ve baskıcı düzenlerde egemenliğini sürdüren “işkenceyle söyletme” sürecini anlatır. Bam’ın megafonla verilen ve “ben” sözcüğünü kullanan egemen sesinin yönetiminde hem sorgulayıcı hem sorgulanan konumuna giren Bem, Bim ve Bom “insan”dan anlamlı bir açıklama alamazlar. Yalnızca onbeş dakika süren oyunda, insanın kurban konumuna getirilmesi ve anlamsız bir varoluşa tutsak edilmesi gösterilir. İnsanın insan karşısındaki acımasızlığı vurgulanır.[12]

BECKETT’İN YAPITLARINDA ANLATIM ÖZELLİKLERİ

Tüm Beckett oyunlarında sahne neredeyse boş gibidir. Godot’u Beklerken de yer, bir tek ağacın süslediği bir kır yoludur, Oyun Sonu yalnızca iki çöp tenekesi, hamın koltuğu ve yüzü duvara dönük bir resmin bulunduğu çıplak bir sahnede oynanır. Krapp’ın Son Bandı ise bir masa, bir iskemle ve bir teypten ibaret olan dekorla oynanır. Yalınlık en üst düzeydedir. Bu yalınlık seyircide oyunun temasına uygun bir zihinsel durum yaratır.
Sahnenin illüzyonunu yok etmek için Beckett sahne ile seyircinin bulunduğu salon arasındaki ayrımı ortadan kaldırır. Örneğin Clov teleskopunu seyirciye çevirir ve alaycılıkla “bir kalabalık görüyorum… sevinçten… kendinden geçmiş durumda” der. Godot’u Beklerken de Estragon öne ilerler ve yüzü seyirciye dönük “Latif manzara der. Dekor salona taşar, dekorun varlığı böylece zayıflatılır.
Beckett’da, yorgunlukla, alaycılıkla kişiler rollerini alırlar ve oynamaya başlarlar. Güldürü, sözden önce harekettir. Aksiyonu sağlayan soytarılık hem çabuk anlaşılan hem de halkın çok hoşlandığı bir dramatik biçimdir. Mim de sahnenin canlı bir unsurudur. Birinin gözlerini gök yüzüne kaldırması gibi basit aksiyonlar üzüntü ve umutsuzluk fikrini iletmek için yeterlidir. Beckett’ın oyunları yaşamının boşluğunu doldurmak isteyen insanın bir sürü girişimlerini yansıttığından bu türlere uygundur. Beckett kahramanı, vakit geçirmek için uğraşan bir çeşit soytarıdır ama gerçek bir soytarıdan farklı olarak başkalarını eğlendirmek değil, kendi can sıkıntısını gidermeyi ister; oynar ama kendisi için oynar. Beckett oyunları içinde, sirk oyunları en çok Godot’yu Beklerken’de belirgindir. Örneğin Estragon çizmesini çeker durur, pantolonunu düşürür. İkinci perdede bütün kişiler yerde yuvarlanırlar, tartışırlar, düşerler, öpüşürler, barışırlar.[13]
Beckett’ın oyunları atmışlı yıllarda giderek kısalmıştır. Karakter ortadan kalktığı gibi, kişiler bütünüyle grotesk bir konum kazanarak kavanoz yada küp içine tutsak edilmiş gövdelere, yalnızca “ses”e ve bu “ses”i çıkaran “ağız”a indirgenmiştir. İnsanın görsel, işitsel düzeyde yalnız bireysellikten değil, bilinç-beden bütünlüğünden de yoksun bırakıldığı görülür. Beckett oyun metnini giderek sınırlamakta, tiyatral anlatıma yönelmektedir.
Bu dünyaya yaraşan insan tipi, toplumla tüm ilişkileri kesilmiş, bireysel olarak sahip oldukları eşyalar bile sınırlı, bilinçleriyle baş başa kalmışlıklarını engelleyecek tüm toplumsal ayrıntılardan arınmış, uzam ve zamana bağlı olmayan başı boş kişilerdir. En iyi örnek Godot’u Beklerken’in Vladimir ve Estragon’udur. Oyunun dünya çapında oluşturduğu yankı Beckett’ı “uyumsuz tiyatronun” öncü yazarı konumuna getirmiş, oyunun uyumsuz tiyatronun baş yapıtı sayılmasına neden olmuştur.
Beckett yazın ve tiyatro yapıtlarında, son noktasına ulaşmış insanları, sıfır noktasındaki yazıyla anlatır. Anlatılacak hiçbir şey olmayışının, hiçbir anlatım yolu bulunmayışının, anlatma gücü ve anlatma isteği olmamasına karşın anlatmanın zorunlu oluşunun anlatımı diye tanımlanan bir uğraşın içindedir. Tüm yüzeysel gerçeklerin dışlandığı ve insanın gerçek benliğinin somut biçimde tanımlanamadığı bu dünyada, içerik de biçimde en aza indirgenmiş olmak zorundadır.
Beckett yaşamın zamanı doldurmak için ortaya konmuş sonuçsuz eylemleri içeren bir oyun olmadığını göstermektedir.1984 başında ünlülerin yeni yıldan neler beklediğini soran London Times’a verdiği yanıt, bunun kanıtıdır. “Beklentiler: hiç umutlar: hiç.” Ancak bütün bunlara karşın Beckett’in yapıtlarının kapkara bir umutsuzluk içerdiğini söyleyemeyiz. Çünkü yapıtlarındaki anahtar sözcük “belki”dir. Tüm yapıtları açık uçludur, karamsarlık iyimserlikle dengelenir. Belki de yaşamın bir anlamı vardır, belki de acı çeken insanlığın bir kurtuluşu vardır. Hüzünle, komiğin içiçeliği, acı çekmeyle mutluluk umudu arasında bir dengeyi oluşturur. Bu dengenin adı da “sevgi”dir. Vladimir ile Estragon ikilisi arasındaki sıcaklıkta bu sevgiyi hissedebiliyoruz. Beckett “sevgi”yi karşılıklı yakınma çölü olarak tanımlar ancak yinede sevgiden vazgeçemez. “Elli yaşından sonraki yapıtlarında ‘sevgi’ ye sırt çevirmiş olmanın getirdiği pişmanlık sezilir”[14]
En son sınavdır sevgi; kişinin gücünün sınandığı… Çünkü bu amansız çağda belki de en zor olan şey, sevgiyi bulabilmek ve ayakta tutabilmektir.

SONUÇ

Samuel Beckett, XX. Yüzyılın en önemli yazarlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Beckett, kendi yapıtları hakkında hemen hemen hiçbir açıklama ve yorum yapmamıştır. Absurd eğilime bakış açısını yansıtan herhangi bir yazıya da rastlamış değiliz. Yalnızca French Review’da yayınlanmış bir bildiri vardır. Bu bildiri, şiirsel hayal gücünün bağımsızlığını ve iç dünyanın dış dünya üzerinde egemen olduğunu savunur. Hemen hemen tüm yapıtlarında bu sava rastlamak mümkündür.
İnsanın insan olalı en korkunç kıyımlara uğradığı XX. Yüzyılın tanığı olan Beckett; hayallerin, umutların, mücadelenin, yenilginin ve düş kırıklıklarının öznesi ve nesnesi olan insanı anlatmaktadır. Başlangıçların ve sonların ama bir türlü kesin bir sonuca ulaşmayan sonların yazarıdır. Yinede var olunan, yaşamın üstlenildiği ve yapıtlar verilen bir yerdir bu “sıfır” noktası. Bu bir son mudur? Yoksa bir başlangıç mı? Bir türlü emin olamayız. O yüzdende Beckett’i anlatmaya çalışmak aynı zamanda bir absurdlük müdür? Hiçbir şeyi kesinleşmediği her şeyin ısrarla belirsiz bırakıldığı yapıtların yazarı Beckett’i…
“…ölene kadar uyu, elbet gelecektir yaşamın sonu…” diyen Beckett için en büyük erdem hiç doğmamış olmaktır, sonraki “en iyi” ise bir an önce yok olmaktır…

Polat İNANGÜL
DE.Ü. Sahne Sanatları Doktorandı

KAYNAKÇA
Beckett, Samuel, Üçleme, ,Ayrıntı yayınları, İstanbul-1997
Beckett, Samuel,Bütün Oyunları 1, çev: Uğur Ün, Mitos-Boyut yay,İst-93
Beckett, Samuel, Murphy, Ayrıntı yayınları, İstanbul-1999
Beckett, Samuel, Hiç için Metinler, ayrıntı yayınlar, İstanbul-1999
Beckett, Samuel, Godot’yu Beklerken, Ayrıntı yayınları,İstanbul-1987
Beckett, Samuel, Tüm Kısa Oyunları, Çev: Akşit Göktürk, Mitos-Boyut Yayınları,İstanbul-1993
Brockett, Oscar G. Tiyatro Tarihi, Dost Yayınları, Ankara-2000
Candan, Ayşın, Yirminci Yüzyılda Öncü Tiyatro, Yapı Kredi Yayınları,İstanbul-1997
Çalışlar, Aziz,Tiyatro Adamları Sözlüğü,Mitos-Boyut Yayınları,İstanbul 1993
Çalışlar,Aziz,Tiyatro Oyunları Sözlüğü-1,Mitos-Boyut Yayınları,İstanbul 1994
Çapan, Cevat, Değişen Tiyatro, Metis Yayınları, İstanbul-1992
Esslin, Martin, Absürd Tiyatro, Dost Yayınları, Ankara-1999
İpşiroğlu, Zehra,Tiyatroda Yeni Arayışlar, Düzlem Yayınları, İstanbul-1992
Nutku, Özdemir, Dünya Tiyatrosu Tarihi II, Remzi Kitabevi, İstanbul-1985
· Özgüven, Azize, Çağdaş Tiyatro’da Samuel Beckett’ınYeri, E.Ü.Yay. İzmir-83
Pignarre, Robert, Tiyatro Tarihi, Gelişim Yayınları, İstanbul-1975
Şener, Sevda, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir-1991
Yüksel, Ayşegül, Samuel Beckett Tiyatrosu,, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul-1997

Makaleler· Zeynep Oral “Beckett Öldü Sorgulama Sürüyor”, Miliyet Sanat, sayı 232/5 s.14
· Orhan Koçak,”Beckett Geçiyor”, Defter,sayı 2, s 98
· Işık Ergüden, “Son Yazar Beckett”, Cumhuriyet Kitap, 16.03.1995, sayı 265, s 4
· Maurıce Blanchot, “Nerede Şimdi Kim Şimdi”, çev: Uğur Ün, Gergedean, Sayı: 96, Tem-87

[1] Zeynep Oral “Beckett Öldü Sorgulama Sürüyor”, Miliyet Sanat, sayı 232/5 s.14
[2] Zeynep Oral, a.g.e. s.15
[3] Orhan Koçak,”Beckett Geçiyor”, Defter,sayı 2, s 98
(4) Ayşegül Yüksel, “Samuel Beckett Tiyatrosu”, s 26
[5] Martin Esslin, a.g.e. s 41
[6] Güven Turan, “sözden Sözsüzlüğe Geçiş”, Samuel.Beckett, Tüm Kısa Oyunları,’na Önsöz,
[7] Samuel Beckett, Bütün Oyunları 1, çev: Uğur Ün, Mitos-Boyut yay,İst-93, s.168
[8] Işık Ergüden, “Son Yazar Beckett”, Cumhuriyet Kitap, 16.03.1995, sayı 265, s 4
[9] Samuel Beckett, Watt, Çev:Uğur Ün, Ayrıntı, İst-1993
[10] Maurıce Blanchot, “Nerede Şimdi Kim Şimdi”, çev: Uğur Ün, Gergedean, Sayı: 96, Tem-87
[11] Martin Esslin, absurd tiyatro, sf:41
[12] S. Beckett, Tüm Kısa Oyunları, çev: Akşit Göktürk, Mitos-Boyut;İst-93 s.323
[13] Azize Özgüven, Çağdaş Tiyatro’da Samuel Beckett’in Yeri, E.Ü.yay. İzmir-83
[14] Ayşegül Yüksel, a.g.e. s.112

1 yorum:

once upon a time dedi ki...

gecenin bu vaktinde, tam da beckettli şeyleri özlemişken karşıma çıkan bu yazı için teşekkür etmek istedim sadece.