Popüler Yayınlar

16 Mayıs 2022 Pazartesi

                                                   

BORNOVA BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU - Yetişkin Kursiyer Oyunu

13 - 29 Mayıs, 4 - 5 Haziran 2022     Saat:20.00
Uğur Mumcu Kültür Merkezi - Sevda Şener Sahnesi - Bornova - İZMİR


                                                LYSISTRATA (KADINLAR SAVAŞI)

İlk defa MÖ 411 baharında sahnelendiği düşünülen oyun, tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından biri kabul edilir.

Erkekler savaşa son veremeyince Lysistrata’nın aklına, işi kadınların ele alıp barışı zorlamaları gerektiği düşüncesi gelir. Lysistrata kadınları bir araya toplar ve erkekler savaşa son verene kadar yataklarını paylaşmama fikrini bildirir. Kadınlar ilk önce gönülsüz davransalar da savaştan usandıklarından Lysistrata’nın planını benimser.

Oyun, kadınların planı gerçekleştirmeye ant içmeleriyle gelişen olayları konu alır.

Yazan:

ARİSTOPHANES

Çeviren :

Azra ERHAT

Yöneten:

Polat İNANGÜL

Dekor Tasarım:

İlker ŞAHİN

Kostüm Tasarım:

İpek ÇAVUŞ

Kostüm Uygulama:

Şükran VİLKEN

Müzik:

Gökay KAÇANOĞLU

Koreografi:

Nuray DEMİR

Işık:

Engin DOĞAN –  Ercan GÜLMEZ

Asistanlar:

Buket ALTINTAŞ - Maral GÜLMEZ

Sahne Amiri:

Azat Serhat KOCA – Fatih AY

Genel Sanat Yönetmeni:

Onur ERDOĞAN


Oynayanlar:

Anıl Deniz TOKMAK     Asuman YALÇIN KÖY

Bekir TURBALIOĞLU     Buket ALTINTAŞ

Cemile SERİN     Çağlar SAYIM

Eda İKİZOĞLU      Ekin İlayda ÖZER

Erol Ayberk BARIŞ     Fatih AKMAN

Gazi ÇENELİ     Gökhan POLAT

Hülya TANRIÖVER ŞAHİN     Mihraç MİRAT

Müjde Hicran TUZLACI     Ozan EVCİMEN

Özlem ALTINKAYA     Serhat İLHAN

Sevda ÖNCÜ     Sibel YEDİNCİ


18 Ocak 2021 Pazartesi

 

         CORONTİNA  GÜNLERİNDE  (TİYATROYU)  DÜŞÜNMEK           

O sığmıştı ya tek odalı eve, öyleyse hayat da sığardı eve...

Öylece oturuyordu çekyatta. Sunta ve sünger sentezi çekyatta…

Öylece hiçbir şey yapmadan oturuyordu.

Pencereden dışarıyı da seyretmiyordu.        

Oysa dışarıda kuş sesleri baharı müjdeliyordu; belki çiçek kokusu bile vardı…

O gözlerini dikmiş, duvardaki badananın çatlağını takip ediyordu; kim bilir kaçıncı kez.

O anda bir bildirim sesi geldi o çok işlevli telefona.

Okudu mesajı:

“dünkü konu üzerinde düşündün mü, hani şu internette online tiyatro yapma işi” diyordu arkadaşı.

Sonraki mesaja baktı, komik video göndermişti gruptan biri:

Kadın giysileriyle ev işi yapan erkek.

Bir sonrakinde, evde kalmaktan aşırı kilo almış insan karikatürü.

Çay kaynıyordu o sırada.

Üç gözlü -ama nedense orta gözü hep bozuk olan- emaye ocakta…

Kedicik, perdeden koltuğa, koltuktan kaktüse, konan sineği yakalama derdindeydi.

Çatlağın izi bitmiş olacak ki, boşluğa baktı bir süre, boş boş…

Sonra yeniden çok işlevli telefonu aldı eline.

Tekrar ilk mesajı okuyup, bir tiyatro videosu açtı.

DeTe’den Kral Lear oynuyordu ekranda.

Bir süre izledikten sonra çayı demlemek için ayağa kalktı.

Yere bakmadan terliğin birini ayağına cuk oturttu, diğerini ayağını sağa sola sallayarak zor buldu.

Lear tiraddaydı o sırada:

- Gökler gürleyin var kuvvetinizle! Yağmurlar yağın! Yıldırımlar saçın ateşinizi!

Ocağa yöneldi.

Sol elindeki telefonda Lear tiradını atarken, sağ eli demliğe sıcak su aktarıyordu.

Kaynar suların çayın üzerine düştüğü anda, ekranda da Lear’ın üzerine yağmur suları yağıyordu.

Çay taneleri sıcaktan haşlanırken, Lear soğuk yağmur damlaları altında titriyordu.

Sonra çekyatına döndü. (isminin it-otur olması da muhtemel olan çek-yatına)

İzlemeye devam etti;

Tek açılı Lear’ı, 5.8 inç’in içinde.

Lear’ın tiradı bitmişti; şimdi Soytarı akıl veriyordu Lear’a.

“kuru bir evde ele yüze su dökmek, böyle sular altında sırsıklam olmaktan daha iyidir.

Hadi amcacığım, dön kızlarına. Hayır dualarını iste.

Merhameti yoktur böyle bir gecenin ne akıllıya, ne deliye.”

Durdu  o anda, videoyu da durdurdu.

Akıl vermek üzerine düşündü.

Akıl vermek neydi?

Kim kime akıl verir, kim kimden akıl alır?

Alan mı akıllı, veren mi...

Alan mı üstün yoksa veren mi…

Peki akıl neydi?

İstese sol elindeki çok işlevli telefondan hemen öğrenebilirdi yanıtı.

Ama akılsızca davranıp, gofret kolisi içindeki, eski bir sözlüğe baktı,

- Arapçadaki “dizginlemek, kösteklemek, kısıtlamak” anlamındaki “aḳl” kökenli “aḳala” dilimize ‘akıl’ biçiminde yerleşmiştir. (Ek açıklama: Katar halinde gitmekte olan develerden erkek olanı öndeki dişinin üstüne yerli yersiz çıkmasın diye erkek devenin ön ayakları arasına bağlanan köstek.

Îkal etti: Deveyi iyi bağladı demektir, yani akıllı olmak devenin ne denli sağlam bağlanmasından ibarettir)

Diyordu, cildi tel tel olmuş eski sözlük.

Kafası iyiden iyiye karıştı.

Demek buydu sözcüğün çıkış noktası… Dizginlemek…

Dizginlemeye çalıştı düşüncelerini.

Oysa, dik yamaçta hızla kayan kızağın, keskin dönemeçten ileriye fırlaması gibiydi düşünceleri.

Belki akıllı olsaydı bu kadar durmazdı akıl üzerinde…

Bunu da düşündü.

Kafasını kurcaladı durdu akıl.

Çünkü, ne çok akıl veren vardı bu günlerde.

Hele üst akıl, her organıyla sürekli akıl veriyordu.

Sonra o söz geldi aklına “internette online tiyatro yapma işi”.

Tiyatroyu tiyatro yapan neydi, onu düşündü:

Oyun, oyuncu ve seyirciydi.

Ancak bu üçü bir arada olursa tiyatro olurdu.

Bunlardan biri olmazsa ya da bunlar bir arada olmazsa tiyatro olmazdı.

Öyleyse bu yapılanlar neydi?

Tiyatroyu, sanatı yeniden üretme arayışı, kendi platformunun dışında da olsa var olma çabası…

Bu amaçla bir anda tüm tiyatrocular çevrimiçi tiyatro yapmaya başlamıştı.

Eski oyunlar internete konuyor, yeni oyunlar seslendiriliyor, müzik eşliğinde tiradlar, oyun şarkıları, görüntülü radyo tiyatrosu denemeleri yapılıyor ve daha daha…

Peki, bunlar gerçekten kim için yapılıyordu?

Halk için mi, yoksa tiyatrocular kendileri için mi yapıyorlardı?

Her ne olursa olsun, bunlar tiyatro değildi.

Tiyatro bir eylem sanatıydı.

Tiyatrocu eylemek zorundaydı, ancak o zaman tiyatro ve tiyatrocu var olabilirdi.

Üstelik bunların sanılan kadar izleyicisi de yoktu. Olamazdı da…

Şu anda dünyada yaşayan hiç ama hiç kimsenin tanık olmadığı bir süreç yaşanıyordu.

Bu ne zaman son bulur, toplumsal etkileri ne olur hiç kimse kesin bir şey söyleyemiyordu.

Elbette toplumu iyi edecek unsurlardan biri de sanattı.

Ancak sanatçı şimdi içinde bulunduğu duruma uyum sağlamaya değil uyumsuzluğu anlatmak zorundaydı...

Sonra çok sevdiği hocasının bir sözü geldi aklına:

“Sanatçı uçuruma yuvarlanmak üzere olan bir otobüste manzarayı seyretmez, o çığlık atmak zorundadır.”

Bunları düşünürken geldi gaz kokusu burnuna…

Kaynayan çay suyu taşmış, ocağı söndürmüş olmalıydı.

Şikayetsiz rahatça uzandı sunta ve sünger sentezine...

Kapadı gözlerini.

Durdu bir süre öyle, belki hiçbir şey düşünmeden…

Boşluk, sadece boşluk…

Şimdi boşluk içinde çizgi gibi bir çift göz…

Kedicik…

Birden kedicik geldi aklına, zorla açtı göz kapaklarını.

Kedicik çoktan bırakmıştı sinek kovalamayı…

O sinek şimdi, ağzının kenarındaydı kediciğin…

Çığlık atmak istedi, çıkmadı sesi…

Çok işlevli telefondan alkış sesleri geliyordu;

                                                                                                             Mayıs - 2020
                                                                                                              Abes KAÇAR


18 Aralık 2019 Çarşamba



                      YERİ DOLDURULAMAZ BİR HOCANIN ARDINDAN

2002 yılının son aylarıydı onu ilk gördüğüm de… Şimdi yerinde yeller esen Altay stadının yanında ki tiyatro bölüm binamızda hocamız Prof.Dr. Hülya Nutku’nun odasında yüksek lisans dersini bitirmiş sohbet ediyorduk.
Ama ilk tanışmamız yıllar öncesine dayanır. Henüz ilkokulda öğrenciyken bir arkadaşımın doğum günümde aldığı Zeynep’in Tiyatro Kitabı adlı eseri ile… Tiyatroyla ilgili ilk okuduğum ve çok beğenip o yaşlarda arkadaşlarıma da okuttuğum bir kitapdı bu. Kaderin güzel bir cilvesi, yıllar sonra doktorada sınıf arkadaşım oldu Zeynep…  Kimden bahsettiğim elbette anlaşılmıştır. Yeri doldurulamaz hocaların hocası Prof.Dr. Özdemir Nutku…


Evet ilk kez yükseklisans dersinde karşılaştık. Yüksek lisans dersini az sayıda olduğumuz için hocalarımızın odasında yapardık. O gün ders sonunda Özdemir Hoca geldi ve ben ilk kez gördüm onu. Bir heyecan da olmadı desem yalan olur. Hocaların hocası onlarca kitap yazmış, tiyatro bölümü lisans eğitimimizde kitapları ders olarak okutulan o dünyaca ünlü tiyatro ve bilim insanı karşımdaydı. Hülya hocamız bizleri tanıştırdı. Mutluluk, heyecan ve tedirginlik karışımı bir duygu içerisindeydim ama çok sürmedi bu karışık duygum. Özdemir Hoca o samimi, babacan sohbetiyle ve mütevazi kişiliğiyle sohbetimize katıldı. Sohbet dediysem öyle sıradan bir sohbet değil, her cümlesinde yeni bir şeyler öğrendiğimiz keyifli bir dersti bu.

Karşımızda canlı bir ansiklopedi ya da bir başka deyişle hareket eden bir kütüphane vardı. Oyunlardan, yazarlardan, akımlardan konuşuyorduk. Aynı zamanda karşımızda bir tarih duruyordu. Geçmişten örnekler vererek bugünü anlatıyor, bizleri dinliyor, söylediklerimizde haklılık payları bulup bizi cesaretlendiriyordu. Kitaplar kaynaklar öneriyordu. Bir ara ben not alırken ne yazdığımı sordu bende “bahsettiğiniz kitabı not aldım unutmayım bir an önce satın alayım diye” dedim. “satın almana gerek yok bende var getiririm” dedi… Umarım o an şaşkınlığımı gizleyebilmişimdir. Prof.Dr. Özdemir Nutku ilk kez gördüğü bir öğrenciye kütüphanesinden kitabı getireceğini söylüyordu –ki ertesi günde getirdi…  İşte o kadar paylaşımcı ve mütevazi bir insandı Özdemir Hoca…  Aslında çok basit gibi görünen bu olay bence çok değerli ve önemlidir. Kibir kulelerinde yaşayanların çağında, bu kadar alçak gönüllü bir hoca, hocaların hocasıydı Özdemir Nutku…  Sadece bilgisi öğretisi değil, yaşama bakışı ile de dokunduğu herkese örnek oldu her zaman…
Hoca hayatı boyunca 66’sı telif, 61’i çeviri, 4’ü şiir, 16’sı oyun ve uyarlama, 2’si senaryo, 1’i çocuk, 150 kitaba imza atmıştır. 1800’ün üzerinde çalışmanın sahibi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi kurucusu ve eski dekanı, birçok uluslararası kongrede ülkemizi temsil eden, onlarca ödülün sahibi, 60’ın üzerinde oyun sahneleyen, Türk ve dünya tiyatrosuna eserleri, söyleşileri, konferansları ile sayısız katkıda bulunan, Dünyaca tanınmış, hocamız, hocaların hocası, tiyatro duayeni, bilim insanı, sanat emekçisi, Özdemir Nutku… Onu, o çok sevdiği ve her zaman izinde olduğunu söylediği Atamızın ölüm yıldönümü olan 10 Kasım 2019 günü sonsuzluğa uğurladık.
Özdemir Hocamız, tiyatro sanatına olan katkıları, emekleri ve eserleri ile her zaman aramızda olmaya devam edecektir.

                                                                                              Polat İNANGÜL



19 Eylül 2018 Çarşamba

TİYATRODA ÖLÜM KAVRAMI ya da ÖLÜME TİYATRAL AÇIDAN ÖZET BİR BAKIŞ

(www.mimesis-dergi.org - Polat İNANGÜL)

Çağımıza değin, kimi dönemlerde sanatçıların ve düşünürlerin, “ölüm”ün içeriğini anlamaya çalıştıklarını, var olan tanımlarla yetinmeyerek ölüm düşüncesini yeniden tanımlamak istediklerini bilmekteyiz. Öyleyse nedir ölüm? Yaşamımızı sürekli etkileyen ama yaşarken bir türlü göremediğimiz ölüm, nedir? Bir son, bir yitiriş midir ölüm? Belki de bu sorunun yanıtı, ölüm hakkında söylediklerimizin, yaşamı nasıl algıladığımızda saklı olmasıdır çünkü ölüm yaşanılması mümkün olmayan bir olgudur; bu nedenle ancak hayatın penceresinden bakılabilir ölüm gerçeğine…


Ölüm kavramının anlamı da diğer tüm kavramlar da olduğu gibi tarihsel süreç içerisinde değişmektedir. Ölüm, temel de, dışarıdan gelen, üzerinde herhangi bir denetimimizin olanaksız olduğu bir durumdur. Diğer yandan, tıp kültürü insan sağlığı üzerinde birikim oluştururken, gerçekleşen her yenilik ve buluş ölüm imgesinin değişimine neden olmuştur. Ölüm kimsenin bilgisini devredebileceği bir deneyim değildir. Tıbbın ölümü açıklaması ise, sadece dışsal-nedensel açıklamadır ve anlam sorusuna yanıt veremez. İnsanlık, binlerce yıl, ölüm gerçeğine katlanmaya yardımcı olan, inanç sistemlerini, düşünmeyi ve tasarlamayı hiçbir zaman bırakmamıştır. Bilimsel araştırmalardan da anlaşıldığı gibi ilk toplumlar, ölümü dışsal nedenlere bağlamışlar, yabancı bir etkenin yaptırımı ve onun sonucu olarak görmüşlerdir. Ölümü bir yok oluş olarak algılayan ve bu nedenle ölmek istemeyen insanın istemi, en yalın haliyle “ölmeyen bir şey olmalı” biçiminde dile gelirken, ölüm dışında, ölümsüz bir varlık da tasarlamış olur. Ölüm gerçeği karşısında insanın tanık olduğu şey: Bedenin cansız düşmesi, çürüyüp toprağa karışmasıdır... İşte bu gerçekliği kabul edemeyen insan ölümü de kabul edememektedir. Oysa ölüm insanın sonlu olmasının bir göstergesidir… Bir diğer deyişle ölüm bir zorunluluk, bir doğallıktır.

Yazılı metni içeren edebiyat alanına baktığımızda ölüm kavramı ile karşılaşmamak olanaksızdır. Edebiyat da ölüm adına konuşacak kahramanlarını bu gerçeklik için seferber eder. Dante kendi düşmanlarını karanlık ve ölümsüz acıların yer aldığı cehenneme gönderir. Sonrasında Goethe ve Marlowe, Doktor Faust’da ölülerin ruhunu çağırarak, gelecekten haber verir. Montaigne ise Denemeler’inde “mademki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin” der. Yirminci yüzyılın yazılı ve düşünsel alanlarında, önemli isimlerinden biri olan Albert Camus ise ölüm hakkında şöyle söyler:

“Ne olursa olsun, ölümün yaşam karşısında belirleyici bir ağırlığı vardır. Bu yüzden ışığa karşı gözleri açık tutmak gibi, ölüme karşı da gözleri açık tutmak büyük yürekliliktir.” [1]

Ölümün her yerde ve her an hazır olduğu bir gerçektir. İşte bu gerçeklik karşısında sanat da kendi varlığını sürdürmektedir. Bu duruma sayısız örnek verilebilir kuşkusuz… buradan yola çıkarak;
Tiyatroda Ölüm’e baktığımızdaysa, burada işlenen en önemli kavramlardan birinin ölüm teması olduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca birçok sorunu aşan insanoğlu, tüm gelişmelerine rağmen ölümle ilgili bilgilerini geliştirerek ölümü önlemeye yönelik tek adım dahi atabilmiş değildir. İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi tiyatro sanatında da bu soruların yanıtı aramıştır. İlkçağ tragedyalarından tutun da günümüz oyunlarına kadar hemen her dönemde ölüm teması sıklıkla işlenmiştir. Ölüm teması tiyatroda; kimi zaman gözü kapalı ölüme giden tragedya kahramanları, kimi zaman ölümden kaçmak için her yolu deneyen karakterler, kimi zaman aşkı, vatanı ya da maddi-manevi değerler uğruna ölümü göze alan erdemli-erdemsiz karakterler, kimi zaman da ölümsüzlük arayan kahramanlar yaratmıştır. Diğer bir deyişle, ölüm kavramı hemen her dönem tiyatro sanatını “meşgul” etmiş ve her akım da farklı boyutuyla karşımıza çıkmıştır.

1- Tragedyalarda ve Ortaçağ Tiyatrosunda Ölüm:
Tragedya, İ.Ö V. yüzyılda Antik Yunan kültüründe ortaya çıkmış, Aristoteles tarafından temellendirilerek, tanımlaması yapılmıştır. Aristoteles tragedyayı Poetika adlı eserinde en genel ve yalın anlamı ile şöyle tanımlar:

 “Tragedya, ahlaksal bakımdan ağır başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylemin taklididir, sanatça belirlenmiş bir dili vardır ve içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır; eylemde bulunan kişilerce temsil edilir” [2]

Tragedyada –soylu sınıftan- bir kahraman vardır ve bu kahramanın sosyal çevresindeki koşullarla savaşıp yenik düşmesini anlatır –ki bu yenik düşme çoğunlukla ölümle sonuçlanır. Burada kahramanın savaşımı ile evrensel nitelikte olan bir durum ortaya çıkar; bu da ancak kahramanın ölmesi ile önem kazanır. Yani ölüm olgusu burada topluma verilen bir derste, dahası katharsis’le (korku ve acıma duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan temizleme) somutlaşır. Süreç içerisinde tragedyalar temel özellikleri aynı kalmakla beraber, çağlara ve toplumlara göre çeşitli değişim ve dönüşümlere uğramıştır. Ortaçağ başlarında (Seneca), Elizabeth döneminde (W. Shakespeare, C. Marlowe), 17. yüzyıl klasizminde (Racine) 20.yüzyıl çağdaş tragedyasında (sıradan insanın acısını ele alması ile Arthur Miller, Tennessee Williams) örneklerini görmek mümkündür. Bu örneklerde başlıca tema ölümdür. Ölüm, her zaman tragedyaların değişmez niteliği olmuştur.

Ortaçağa baktığımızda ise, kilisenin, tiyatroyu yasaklarla ve baskılarla yok edemeyeceğini anlayınca, onu kendi işine yarayacak şekilde dönüştürmeye çalışmış ve bunu başarmış olduğuna tanık oluruz. Böylece dinsel ağırlıklı oyunlarla ortaçağ da canlı bir tiyatro yaşantısı oluşmuştur. Ortaçağ’da kilisenin etkisi ile oluşan bu canlı tiyatro yaşantısının nedenlerini Prof. Dr. Murat Tuncay şöyle açıklar:

“Halkın işittiklerinden çok gözünün önünde canlandırılanlara karşı daha ilgi gösterilmesi; bu tür gösterilerin düzenlendiği yortularda, kiliselerin her zamandan daha fazla dolup taşması; daha da önemlisi kilisenin halka iletmek istediği mesajların bu yöntemle daha çok akılda kalır olması; Katolik kilisesi yetkili kişilerinin gözünden kaçmadı. Tiyatro sanatının var olmasından bu yana bilinen, geniş halk kitlelerini etkileme gücünden daha geniş ölçüde yararlanmayı düşünen kilise bu gösterileri giderek geliştirmek yolunu benimsemeyi uygun gördü” [3]

Tiyatro açısından zengin bir dönem olan ortaçağda, ölüm kavramının dinsel içerikli kilise tiyatrosunun önemli unsurlarından biri olduğunu görürüz. Tamamen kilisenin kontrolü altında olan tiyatro sanatı, ölümü, burada İncil’den ve ermişlerin öykülerinden oluşan mucize ve ibret oyunları (miracle, mistery) içinde, dinsel motif olarak kullanmıştır. Ortaçağ tiyatrosundan günümüze kalan tek metin, Everymen (İnsanoğlu) İbret Oyunu’dur. Everymen’de, ölüm teması -bu oyun türünün yapısal özelliğiden kaynaklı- simgesel olarak kullanılmış ve kişileştirilmiştir.

2– Tiyatroda Kahramanca Ölüm
Tiyatro tarihinin en önemli dönemlerinden ve bir sıçrama devresi olarak kabul edilen klasisizm, ilk olarak 17. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkmıştır. Klasizm sadece bir tiyatro terimi değil aynı zamanda, yaşama ve sanata bakış açısıdır. Bu dönem, uzun süren tartışma ve birikim süreçlerinden sonra oluşmuştur. Klasik akımın ortaya çıktığı Rönesans hareketi Avrupa kıtasında Antik Roma ve Yunan kültürünün yeniden canlanmasıdır. Klasisizm de diğer öteki akımlar gibi, tüm sanat alanlarında belirli unsurlara vurgu yapar. Bu dönem sanatçı ve yazarların görüşlerinde, insanda mantık öğesinin, duygu öğesinden daha ön planda olması gerektiğine inandıkları gözlemlenir. Akıl kavramını ön planda tutan bu dönemin sanatçıları, düzenlilik yanlısıdırlar ve otoriteye saygı duyup kendilerini otoriteye adarlar. Bu dönemde de ölüm kavramını yine tragedyalarda görürüz. Sıkı bir kuralcı anlayışla yazılan eserlerin bu çağdaki en ünlü isimleri Jean Racine ve Pierre Corneille’dir şüphesiz. Ölüm teması, bu dönem tragedyalarında bireyin kendisini, gönüllü olarak toplumun çıkarları uğruna feda etmesinde görülür. Toplumun çıkarlarının söz konusu olduğu bir davada ölüme bilerek ve isteyerek, kahramanca gitmek büyük bir onur ve erdemlilik göstergesidir. İşte bütün bu ölümü kabullenme duygusunun temelinde, yukarıda da bahsettiğimiz gibi düzen ve otorite anlayışı söz konusudur. Bu tür ölümleri E.Durkheim "İntihar" adlı yapıtında elcil intihar olarak açıklamıştır.

3- Romantik Ölüm
18. yy. sonlarına doğru Avrupa'da klasizme tepki olarak doğan romantizmin, sanatçıları, entelektüel yaklaşımlardan uzaklaşıp, düş gücüne ve bireysel ifadeye önem vermişlerdir. Bu dönem eserlerinde, geçen zamana ilişkin, bütün tematik değerlerle karşılaşmak olasıdır. Romantik sanatçı, bu gelip geçici zaman karşısında bütün güzelliklerin bir gün yok olabileceğini hatırlatmak ister ve bu ekolle birlikte zamanın dönüşümsüz olduğunu tasarlamaya başlar. Dönüşümü olmayan zaman; ölümün habercisi ve insanların alt edemediği bir tılsımdır. Bu düşünceden yola çıkan dönemin romantik sanatçısı, zamandan kaçmayı ölümden kaçmak olarak düşünür. Ancak romantizm zamandan kaçınmakla yetinmez mekandan da kaçar; çünkü romantik yazarın mekanı, sessizliğin ve yalnızlık duygusunun hakim olduğu alanlardır.

Görkemli doğa karşısında kendisini yalnız ve ezilmiş olarak hisseden insan, ölüme çok yakın olduğu duygusuna kapılarak, çareyi bu mekândan kaçmakta bulacaktır. Ancak bu kaçışlarla, ölümü yenemediğini anlayan romantizm, bunun yerine dayanıksız varlığının yıkımına karşı, kendini daha iyi savunmak amacıyla, zekâsını istencinin emrine verir. Artık insan için ölüm görüngüler dünyasının bir yanılsamasından başka bir şey değildir. İnsan ölür fakat tür varlığını sürdürür. Bu düşüncede olan insan özgürleşmeye yönelir “çünkü yaşam çaba ve acıdır". Gerçek mutsuzluk, bireysel yaşama bağlanmaktır. Yaşamak istenciyse temel bencilliktir. Yalnızca ölüm, intihar, merhamet ve başkaldırı, tutarlı ve yararlı davranışlardır. Bu düşünce ışığında, romantik tiyatro kahramanı ölümden kaçmaz; ölümü yüreklilikle karşılar. Böylece, “ölüm fikrinden tat alma” romantizmin temel özelliklerinden biri haline gelir. Bu türe verilecek en iyi örnek ise Victor Hugo’dur… Onun Ruy Blas, Hernani gibi oyunları romantik tiyatronun başat eserleridir.

4- Simgesel Ölüm ve Maeterlinck
Romantizm 1870’de Paris Komünü ile son bulsa da, daha sonraları farklı görüntüler ve farklı akımlar içinde günümüze kadar dönem dönem kendini hissettirmiştir. Romantik akım sonrasında sanatçılar bir boşluğa düşmüş ve farklı akımlar içinde yer almışlardır. Bunların içinde sembolizm (simgecilik) ise en etkili olan akımdır. Sembolizme özellikle resim, müzik ve edebiyat alanlarında rastlasak da, tiyatro alanında da etkisini gösterdiği şüphesizdir. Richard Wagner, Maurice Maeterlinck, Adolphe Appia ve Gordon Craig gibi önemli sanatçılar, bunlardan sadece birkaçıdır. Sembolist yazarlar tiyatronun yalnızca görünen dünyayı anlatmak yerine düşünceleri ve zihinsel durumları yansıtması gerektiğine inanarak gerçekliği reddederler. Onlar için her türden nesne, düşüncelerin bir açılımıdır. Bu açıdan sembolizm şiirsel gerçekliği arar ve manevi olanı görmeye çalışır. Tiyatro, bu sanatçılar için birçok sanat dalının (resim, heykel, opera, dans, şiir, mimarlık) bir arada uyumlu bir yapı oluşturmasıdır. Richard Wagner’in Total Tiyatro düşüncesi, bu bakış açısının somutlaştırılmış şeklidir. Total Tiyatro anlayışında tüm sanat dalları bir arada bulunur.

Sembolizmin tiyatroda ki en önemli temsilcisi, Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck’dir. Maeterlinck’in kahramanları daha çok, insanın iç yaşamını yansıtmaya çalışırlar. Bu yüzden oyunda aksiyon, gerçek olaylarla gelişir, içerikse bu olayların ardında gizli olan iç akımla varolur. Maeterlinck’te ölüm teması oldukça sık kullanılmıştır. Çoğu eserinde oyunun sonu, hep ölümle gelir. Onun için tek gerçek vardır; o da ölümün yok edici bir güce sahip olmasıdır. Ancak buna karşın oyunlarında ölüm sahnesi bulmak olası değildir. Ölüm teması, Maeterlinck’te aksiyonun dışında gelişen, daha açık bir deyişle, içten içe varolan bir kavramdır. Oyunlarında ölümün gelişini sessizlik anlarından anlarız. O, insanı, amaçsız ve hep aynı sonuca ulaşan umarsız bir varlık olarak görmüştür.

5- Ölüme İronik ya da Tiyatral Bir Bakış
Modern tiyatroda tematik olarak başlangıç için doğum, sonuç için ölüm sıkça kullanılan durumlardır. Çağımız tiyatrosunda ölüm teması sıklıkla kullanılmaya başlanmış ancak bilinen ölüm temasının dışına çıkılmıştır. Ölüm olgusu eski dönemlerde olduğu gibi üzücü, korkutucu ve ürkünç anlamlarından farklı olarak kullanılmış ve kimi Uyumsuz (Absurd) Tiyatro yazarları tarafından ironik olarak ele alınmış ve alay konusu edilmiştir. Buna rağmen ölüm olgusunun gerçekliğinden hiçbir zaman vazgeçilememiştir. Tom Stoppard’ın Hamlet’de ki iki karakterden yola çıkarak, ele aldığı Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler adlı oyununda: Oyun nerede biter? Sorusunun yanıtı “oyuncunun, oyunun estetik ve etik yanını bütünleyip tamamlaması ile finale ulaşabileceği” şeklinde yanıtlanır. Bu oyunda doğrular görecedir. Belirsizlik ve kesin olmama durumu söz konusudur. Oyun içinde oyun kavramı ile trajedinin, yaşam-ölüm karşıtlığını taşıdığı belirtilir:

Guildenstern: Ölüm hakkında ne bilirsin sen?
            Rosencrantz:  Oyuncuların en iyi yaptığı şeydir ölüm...
            Guildenstern: Oyuncular ucuz melodram işçileridir. Ölüm bu değil.[4]
...
            Ölümün, daha doğrusu sahnede gerçekten ölmenin ya da öldürmenin inandırıcı olmadığı anlatılır. Stoppard, bu ikilinin (Rosencrantz ve Guildenstern) herhangi bir seçme şanslarının olmadığını çünkü yazılmış ve saptanmış olanı, -başka bir deyişle önceden belirlenmiş olanı- oynadıklarını söyler. Yaşamlarında hiçbir anlam olmayan bu kişiler, hayatlarına ancak ölümle bir anlam kazandırabilmektedirler. Böylece Hamlet’i götürmek gibi görevleri olmasına rağmen, kendi ölüm fermanlarını götürürler krala... Çünkü çağımız artık kahramanların çağı değildir. Sıradan insanların ölüme gidişinde kimlik kazanma ve dünyada bir yer edinme isteği vardır. Böylece rol ile yaşam iç içe geçer. Oyunun finalinde Horatio gelecek sefere daha çok şey anlatabileceğini belirtir:

Horatio: (…) Hepiniz duyun, bu çarpık, kanlı, doğa dışı olayları, korkunç yanılgıları, boşu boşuna, rastgele ölümleri, inceden inceye planlanan cinayetleri, uyduruk gerçekleri ve bunun sonucu, karışan kuyuların, onları kazanların başına geçişini.  Bütün bunları olduğu gibi anlatabilirim…[5] der.

Kuşkusuz tiyatro sanatında ölüm teması, başlı başına büyük bir araştırma konusudur. Biz burada sadece tiyatro sanatına ışık tutması açısından tarihsel süreç içerisinde değişen ve dönüşen belli başlı örnekler üzerinde kısaca durduk.

Sonuç olarak, sanatın, kavranılamazı kavrama, görülmeyeni görülür kılma isteği, insanlık varolduğu sürece sürüp gidecektir kuşkusuz… Sanatçı ise her çağda, -başta yaşam olmak üzere- inandığı her olguyu ve değeri topluma anlatabilmek, tanıklık edebilmek için, aklımıza gelebilecek her tarzın ve tekniğin malzemesini bıkmadan, -varolduğu sürece- yaratımını sürdürecektir.                                                                                    
                                  
                                               KAYNAKÇA

ARİSTOTELES, Poetika, Remzi Kitabevi, İstanbul-1998
CAMUS, Albert, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, İstanbul-1994
DURKHEIM, Emile, İntihar, Çev: Özer Ozankaya, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara-1986
DÜŞÜNEN SİYASET, Ölüm Özel Sayısı, Sayı: 4, Mayıs-1999
FELSEFELOGOS, Ölümün Felsefesi Sayısı, 2000/4, Sayı:12
NUTKU, Özdemir, Dünya Tiyatrosu Tarihi cilt:1-2, Remzi Kitabevi, İstanbul-1985
PİGNARRE, Robert, Tiyatro Tarihi, Gelişim Yayınları, İstanbul-1975
STOPPARD TOM, Toplu Oyunları I, Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler, Dost Kitapevi, Ankara, 2000
TUNCAY, Murat, Ortaçağ Tiyatrosunda Dinsel Oyunlar ve Everyman İbret Oyunu, Dokuz  Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir-1992
ZYGMUNT, Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2000




[1] Camus, Albert, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, İstanbul-1994,  s.112
[2] Aristoteles, Poetika, Remzi Kitabevi, İstanbul-1998, s.22
[3] TUNCAY, Murat, Ortaçağ Tiyatrosunda Dinsel Oyunlar ve Everyman İbret Oyunu, Dokuz  Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir-1992, s.22
[4] Stoppard, Tom, Toplu Oyunları I, Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler, Dost Kitapevi, Ankara, 2000, s.82
[5] y.a.g.e,  s.117

16 Ağustos 2018 Perşembe

TAKSAV 7.Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali ilk Seçici Kurul ve Komite Toplantısını Yaptık



Bu yıl 7.si düzenlenen festivalimizin teması "Yaşamak". Başvurular 28 Ağustos 2018 gününe kadar devam edecek. 7 - 17 aralık tarihleri arasında tüm tiyatroseverleri festivalimize bekleriz.

MANİFESTO "YAŞAMAK"

TAKSAV 7.ULUSLARARASI İZMİR TİYATRO FESTİVALİ 7-17 ARALIK'TA.
Festivalin bu yıl teması ‘YAŞAMAK’

“Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramaz.”

Emile Zola, Dreyfus’a yapılan büyük haksızlığa karşı mücadele bayrağını açtığında böyle demişti. Kaleminin gücünü halkının aydınlanması için kullanan Zola, Dreyfus aklandığında artık hayatta değildi ama onun tutuşturduğu gerçek ve adalet kıvılcımı halkın özgürlük hayalini ete kemiğe büründürdü.

Yaşadım diyebilmek için geride ölümsüzlükler, unutulmazlıklar bırakabilmek...

Brecht’in dediği gibi;

“İyi insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayı
İyilik beklenmesin
Özgür insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayı
Kavuşsun özgürlüğe herkes
Özgürlük sevgisi geçersiz olsun”

YAŞAMAK ancak böyle anlamlandırılabilir...
YAŞAMAK eşitlik içinde ve özgürce
YAŞAMAK karanlığa karşı direnerek
YAŞAMAK umutla ve coşkuyla...

TAKSAV olarak, yedincisini 7-17 Aralık 2018 tarihlerinde gerçekleştireceğimiz Uluslararası İzmir Tiyatro festivalinde perdelerini “YAŞAMAK” temasıyla açıyor.

Karanlıkta buğulu camlara güneşi çizebilen sanatçılarımızla,
Başlı başına bir direniş haline gelen YAŞAMAK eylemini güzelleştiren dostlarımızla...
Ve son sözü vakfımızın kurucularından Can Yücel’e bırakıyoruz.

“Can yasası bu insanın: Savaşlara yoksulluklara ve binbir belaya karşın İlle de yaşayacaksın"

Birlikte Tiyatroya
Birlikte Festivale!
'Yaşamak' temalı oyun başvurularınızı bekliyoruz...
SON GÜN:28 Ağustos 2018



17 Ekim 2016 Pazartesi

BORNOVA BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU SEYİRCİYLE BULUŞMAYA HAZIR




Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu 2016-2017 sezonunda da seyirciyle buluşmaya hazır. Geçtiğimiz sezon oynanmaya başlanmış ve seyircinin büyük ilgisini çekmiş olan Stefan Tsanev’in yazdığı Ant Aksan’ın yönettiği “Jeanne D’Arc’ın Öteki Ölümü” oyunu ile Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu , 1 Ekim’de perdelerini açtı. 2016-2017 sezonu içinde 3 yıldır seyircisiyle buluşan Dario Fo’nun yazdığı Hakan Taner Yıldırım’ın yönettiği “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” oyunu ve yine Hakan Taner Yıldırım’ın yönettiği Yakavos Kambanellis’in yazdığı “Savaş Baba” oyunları Kasım ayından itibaren hem Sevda Şener Sahnesi’nde hem de Çamdibi Nedret Güvenç Sahnesi’nde izlenebilecek. Her yıl sahnelediği çocuk oyunlarıyla da isminden söz ettiren Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu Arzu Leylak’ın yazdığı Onur Erdoğan’ın yönettiği “Deniz Kızı Maira” isimli çocuk oyununu da Aralık ayından itibaren Altındağ Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelemeyi sürdürecek. 2017 yılına ise ikisi yetişkin biri çocuk oyunu olmak üzere üç yeni ana kadro oyunuyla başlamayı planlayan Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu, aynı zamanda 2017 yılının Mart ayında 25. Yılını, sezonda 6 oyunla birlikte kutlayacak.
           “Jeanne D’Arc’ın Öteki Ölümü” oyunu Ekim ayı boyunca 29 Ekim hariç her Cuma-Cumartesi günü saat 20:00’de Uğur Mumcu Kültür ve Sanat Merkezi Sevda Şener Sahnesi’nde izlenebilir.

18 Nisan 2016 Pazartesi

27 MART DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ YEŞEREN KOLEJİ'NDE SÖYLEŞİDEYDİK


http://yeserenokullari.k12.tr/ortaokul/project/dunya-tiyatro-haftasi/

     Dünya Tiyatro haftası nedeniyle söyleşi yapmak üzere, İzmir Özel Yeşeren Koleji'ndeydik. Hem öğrencilerin tiyatro hakkında merak ettikleri soruları yanıtlayarak, hem de sohbet ederek keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu anlamlı söyleyiş için Yeşeren Koleji'ne teşekkür ederiz.
Polat İnangül









23 Ekim 2015 Cuma


TİYATROMUZUN ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN
PROF.DR. NURHAN KARADAĞ'I KAYBETTİK


                       



     Akademiysen, Dramaturg, Yönetmen, Tiyatro Araştırmacısı Karadağ,

     1968 yılında Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Aynı yıl TRT'ye girerek dramaturg ve yapımcı olarak çalışmaya başladı. 1975 yılında mezun olduğu okula döndü ve önce doçent, sonra da profesör olarak atandı. DTCF Tiyatro Bölümü'nde, Devlet Tiyatroları ve İstanbul Şehir Tiyatroları'nda çok sayıda oyun yönetti, 20'den fazla oyunda çeşitli rollerde oynadı. Radyo ve televizyon programlarında sunuculuk ve danışmanlık yaptı.

    2006 yılında 11.Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali "Onur Ödülü"nün de içinde olduğu çeşitli ödüller aldı. 1965'ten 2006 yılına kadar Ankara Deneme Sahnesi'nde çeşitli görevler yapan Karadağ; DTCF Tiyatro Bölümü'nde reji dersleri verdi ve bölüm başkanlığı görevini yürüttü. Nurhan Karadağ, 2006 yılında Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali “Onur Ödülü”'ne layık görülmüştür. Aynı zamanda "Köy Seyirlik Oyunları"na uluslararası nitelik kazandıran Karadağ, geçirdiği kalp krizi sonucu 22 Ekim 2015 Perşembe günü Ankara'da hayatını kaybetmiştir.

     Hocamızın tiyatromuza kattığı, kültürel değeri ve kendisini minnetle anımsayacağız.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

BİR NAZIM OKUMASI - İNSAN MANZARALARINDAN MEMLEKETİM

BORNOVA BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU


İNSAN MANZARALARINDAN MEMLEKETİM

NAZIM HİKMET

 Nazım Hikmet’in başyapıtı sayılan eseridir “Memleketimden İnsan Manzaraları”... Anadolu Sürat Katarı’nın Haydarpaşa Garı'ndan hareket edecek olan yolcularını ele alır... Bu yolcular siyasetçi, diplomat, üst rütbeli asker, tüccar ve fabrikatörlerdir. Oyunumuz, trendeki yemekli vagonun mutfağında Kuvay-i Milliye Destanı’nın okunmasını temel alır... Düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bu eseri, tiyatro oyunu olarak kurgulayarak, siz seyircilerimizin beğenisine sunuyoruz.

Yöneten: Onur ERDOĞAN
Uyarlama ve Dramaturgi: Polat İNANGÜL
Koreografi: Ayşegül SÜNETÇİOĞLU
Yardımcı Yönetmen: Esra TARHAN
Müzik Direktörü: Sedat Utku GÜÇOĞLU
Müzik Eğitmeni: Gökay KAÇANOĞLU
Ritim Eğitmeni: Ozan GÖKMEN
Sahne Tasarımı: Ilker ŞAHİN

Görsel Tasarım: Alpgiray KELEM

Işık: Ercan GÜLMEZ
Dekor Uygulama: Azat Serhat KOCA, İlker Şahin, Engin DOĞAN



OYUNCULAR

Ali Emre Şenbil - Ali Haydar Demirci - Anıl Kocahıdır - Aras Bayram - Ayşegül Yılmaz Karaağaç - Aytekin Turgutlu - Aytunga Atatoprak - Aze Demirel - Bahar Akcan - Barbaros Hüseyin Yaradılmış - Başak Ormankıran - Bilge Pakyapan - Bora Yelken - Burçin Selçuk - Cahit Kaçmaz - Can Türküstün -  Coşku Giray - Demet Sakarya - Demet Şan - Deniz Erbige - Efe Hatay - Eküle Sönmez - Elif Yıldız - Emre Bulgurcu - Esra Uğurlar - Ezgi Metin - Ferhat Çifçi - Gökhan Yıldırım - Görkem Kara - Kıymet Koçyiğit -  Nihal Yıldız - Özge Ünal - Seçil Duran - Semih Çelikoğlu - Sertan İnce - Sıla Artural - Soner Tekbaşaran -  Tolga Satıcıöz - Tuğba Durgun - Tuğba Tutucu - Yalkın Özbahadır - Yeşim Aydın

31 Mayıs 2015 Pazar - Saat: 21.00
Aşık Veysel  Rekreasyon Alanı - Amfi Tiyatro

GİRİŞ ÜCRETSİZDİR