CORONTİNA GÜNLERİNDE (TİYATROYU) DÜŞÜNMEK
O sığmıştı ya tek odalı eve, öyleyse hayat da sığardı eve...Öylece oturuyordu çekyatta.
Sunta ve sünger sentezi çekyatta…
Öylece hiçbir şey
yapmadan oturuyordu.
Pencereden dışarıyı da
seyretmiyordu.
Oysa dışarıda kuş sesleri
baharı müjdeliyordu; belki çiçek kokusu bile vardı…
O gözlerini dikmiş,
duvardaki badananın çatlağını takip ediyordu; kim bilir kaçıncı kez.
O anda bir bildirim sesi
geldi o çok işlevli telefona.
Okudu mesajı:
“dünkü konu üzerinde
düşündün mü, hani şu internette online tiyatro yapma işi” diyordu arkadaşı.
Sonraki mesaja baktı, komik
video göndermişti gruptan biri:
Kadın giysileriyle ev işi
yapan erkek.
Bir sonrakinde, evde
kalmaktan aşırı kilo almış insan karikatürü.
…
Çay kaynıyordu o sırada.
Üç gözlü -ama nedense orta
gözü hep bozuk olan- emaye ocakta…
Kedicik, perdeden koltuğa,
koltuktan kaktüse, konan sineği yakalama derdindeydi.
Çatlağın izi bitmiş
olacak ki, boşluğa baktı bir süre, boş boş…
Sonra yeniden çok işlevli
telefonu aldı eline.
Tekrar ilk mesajı okuyup,
bir tiyatro videosu açtı.
DeTe’den Kral Lear oynuyordu ekranda.
Bir süre izledikten sonra
çayı demlemek için ayağa kalktı.
Yere bakmadan terliğin
birini ayağına cuk oturttu, diğerini ayağını sağa sola sallayarak zor buldu.
Lear tiraddaydı o sırada:
- Gökler gürleyin var
kuvvetinizle! Yağmurlar yağın! Yıldırımlar saçın ateşinizi!
Ocağa yöneldi.
Sol elindeki telefonda Lear
tiradını atarken, sağ eli demliğe sıcak su aktarıyordu.
Kaynar suların çayın üzerine
düştüğü anda, ekranda da Lear’ın üzerine yağmur suları yağıyordu.
Çay taneleri sıcaktan
haşlanırken, Lear soğuk yağmur damlaları altında titriyordu.
Sonra çekyatına döndü. (isminin
it-otur olması da muhtemel olan çek-yatına)
İzlemeye devam etti;
Tek açılı Lear’ı, 5.8 inç’in
içinde.
Lear’ın tiradı bitmişti;
şimdi Soytarı akıl veriyordu Lear’a.
“kuru bir evde ele
yüze su dökmek, böyle sular altında sırsıklam olmaktan daha iyidir.
Hadi amcacığım, dön
kızlarına. Hayır dualarını iste.
Merhameti yoktur böyle
bir gecenin ne akıllıya, ne deliye.”
Durdu o anda, videoyu da durdurdu.
Akıl vermek üzerine
düşündü.
Akıl vermek neydi?
Kim kime akıl verir, kim
kimden akıl alır?
Alan mı akıllı, veren mi...
Alan mı üstün yoksa veren
mi…
Peki akıl neydi?
İstese sol elindeki çok
işlevli telefondan hemen öğrenebilirdi yanıtı.
Ama akılsızca davranıp,
gofret kolisi içindeki, eski bir sözlüğe baktı,
- Arapçadaki “dizginlemek, kösteklemek,
kısıtlamak” anlamındaki “aḳl” kökenli “aḳala” dilimize ‘akıl’ biçiminde
yerleşmiştir. (Ek açıklama: Katar halinde gitmekte olan develerden erkek olanı
öndeki dişinin üstüne yerli yersiz çıkmasın diye erkek devenin ön ayakları
arasına bağlanan köstek.
Îkal etti: Deveyi iyi bağladı
demektir, yani akıllı olmak devenin ne denli sağlam bağlanmasından ibarettir)
Diyordu, cildi tel tel
olmuş eski sözlük.
Kafası iyiden iyiye
karıştı.
Demek buydu sözcüğün
çıkış noktası… Dizginlemek…
Dizginlemeye çalıştı
düşüncelerini.
Oysa, dik yamaçta hızla kayan
kızağın, keskin dönemeçten ileriye fırlaması gibiydi düşünceleri.
Belki akıllı olsaydı bu
kadar durmazdı akıl üzerinde…
Bunu da düşündü.
Kafasını kurcaladı durdu
akıl.
Çünkü, ne çok akıl veren
vardı bu günlerde.
Hele üst akıl, her
organıyla sürekli akıl veriyordu.
Sonra o söz geldi aklına “internette
online tiyatro yapma işi”.
Tiyatroyu tiyatro yapan
neydi, onu düşündü:
Oyun, oyuncu ve seyirciydi.
Ancak bu üçü bir arada
olursa tiyatro olurdu.
Bunlardan biri olmazsa ya
da bunlar bir arada olmazsa tiyatro olmazdı.
Öyleyse bu yapılanlar
neydi?
Tiyatroyu, sanatı yeniden
üretme arayışı, kendi platformunun dışında da olsa var olma çabası…
Bu amaçla bir anda tüm
tiyatrocular çevrimiçi tiyatro yapmaya başlamıştı.
Eski oyunlar internete konuyor, yeni oyunlar seslendiriliyor, müzik eşliğinde tiradlar, oyun şarkıları, görüntülü radyo tiyatrosu denemeleri yapılıyor ve daha daha…
Peki, bunlar gerçekten
kim için yapılıyordu?
Halk için mi, yoksa
tiyatrocular kendileri için mi yapıyorlardı?
Her ne olursa olsun,
bunlar tiyatro değildi.
Tiyatro bir eylem
sanatıydı.
Tiyatrocu eylemek
zorundaydı, ancak o zaman tiyatro ve tiyatrocu var olabilirdi.
Üstelik bunların sanılan
kadar izleyicisi de yoktu. Olamazdı da…
Şu anda dünyada yaşayan
hiç ama hiç kimsenin tanık olmadığı bir süreç yaşanıyordu.
Bu ne zaman son bulur,
toplumsal etkileri ne olur hiç kimse kesin bir şey söyleyemiyordu.
Elbette toplumu iyi
edecek unsurlardan biri de sanattı.
Ancak sanatçı şimdi
içinde bulunduğu duruma uyum sağlamaya değil uyumsuzluğu anlatmak zorundaydı...
Sonra çok sevdiği hocasının
bir sözü geldi aklına:
“Sanatçı uçuruma
yuvarlanmak üzere olan bir otobüste manzarayı seyretmez, o çığlık atmak
zorundadır.”
Bunları düşünürken geldi
gaz kokusu burnuna…
Kaynayan çay suyu taşmış,
ocağı söndürmüş olmalıydı.
Şikayetsiz rahatça uzandı
sunta ve sünger sentezine...
Kapadı gözlerini.
Durdu bir süre öyle,
belki hiçbir şey düşünmeden…
Boşluk, sadece boşluk…
…
Şimdi boşluk içinde çizgi
gibi bir çift göz…
Kedicik…
Birden kedicik geldi
aklına, zorla açtı göz kapaklarını.
Kedicik çoktan bırakmıştı
sinek kovalamayı…
O sinek şimdi, ağzının
kenarındaydı kediciğin…
Çığlık atmak istedi,
çıkmadı sesi…
Çok işlevli telefondan alkış
sesleri geliyordu;