"ŞU ÇILGIN TÜRKLER"
KADİFEKALE OYUNCULARI
Yazan: Turgut ÖZAKMAN
Yöneten: Polat İNANGÜL
19.Kasım.2008 Saat:19.00
Eşrefpaşa (Selahattin Akçiçek) Kültür Merkezi - İZMİR
"ŞU ÇILGIN TÜRKLER"
KADİFEKALE OYUNCULARI
Yazan: Turgut ÖZAKMAN
Yöneten: Polat İNANGÜL
19.Kasım.2008 Saat:19.00
Eşrefpaşa (Selahattin Akçiçek) Kültür Merkezi - İZMİR

Eğer amaç gerçekten “Bütün Renkleriyle Türkiye” ise o skalada Coşkun Büktel'de bulunmalıydı. Ancak elenmiş, engellenmiş…
ulaşmışlardır demek çok yanlış olmasa gerek. Savaşın bitiminden 1960’lı yılların başına kadar geçen süre, Broadway Tiyatroları’nın zirvede olduğu yıllardır. Bu süreç aynı zamanda Amerikan Tiyartrosu’nun altın çağı olarak da bilinir; bu dönemlerde tiyatronun yazın alanındaki psikolojik ve sosyolojik çözümlemelerine girilmiş ve başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Oyunların akışı ve bu akış sonunda temaları, gerçekçi-doğalcı bir anlayışla verilmiştir. Güvensizlik, başarısızlık, yalnızlık gibi insanın yaşamını etkileyen negatif değerlerin konu alınması seyirciyi, bunların tek tek bireylerin değil, aksine tüm toplumun sorunu olduğunu anlatır. Bu dönem tiyatro yazarlarının tema olarak seçtikleri konuların başında ise aile içi ilişkiler, bireyi ilgilendiren psikolojik sorunlar, bireyin sevinçleri, üzüntüleri vs. gibi konular vardır. Dönem yazarları bu gibi konuları çağdaş ve realist bir anlayışla ele almışlardır.
Mrs. Comstable’i (annesi) terk etmiş ve daha onbeş yaşında olmasına karşın evden ayrılmış, özgürlük aşığı bir genç kızdır. Birinci perdede ikinci sahnenin sonunda ise Vivian kaybolur. Oyunun sonunda onun kayalardan düştüğünü öğreniriz. Gerçekten düştü mü? Molly mi attı? Yoksa kendisi mi kaçtı? Bunların hiçbirini bilemeyiz. Yazar bu konuda bir açıklık getirmemiştir. Muhtemelen de bu yazar tarafından bilinçli yapılmıştır. Çünkü önemli olan Vivian’ın nasıl kaybolduğu değil, sadece “kaybolduğudur”. Üçüncü sahnede artık Molly annesi gittikten ve Lionel ile evlendikten sonra büyük bir değişim yaşamış ve Vivian’daki kendine güven ve güç Molly karakterine yüklenmiştir. Böylece Vivian karakteri işlevsiz kalmıştır ve yazar da onu devreden çıkarmıştır. Diğer yandan Mrs.Constable “…benim kızım olağanüstü canlı…”(sf 423) derken sanki Vivian karakterinin II.Sahneden sonra sözcüğün tam anlamıyla, tamamen cansızlaşmasına bir tersinleme yapmaktadır.
Tiyatro ve kamera oyuncusu Bahri Beyat, bir süredir akciğer kanseri tedavisi gördüğü Özel Silivri Kolan Hospital’ın yoğun bakım ünitesinde solunum yetmezliği nedeniyle vefat etti.
YAŞAMI
12 Aralık 1928tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan'daki Talas eyaletinin Şeker köyünde doğdu. Adı, Cengiz Han'dan esinlenerek konulmuştur.
Gençliği sıkıntılı bir döneme denk gelmişti. O dönemde zaten yeni yerleşmeye başlayan siyasal sistem, bir de savaşla mücadele etmek zorundaydı. Çok genç yaşta çalışmaya başladı çünkü İkinci Dünya Savaşı tüm SSCB üzerinde olduğu kadar gençlik üzerinde de oldukça etkiliydi; yetişkinler savaşta olduklarından, günlük hayatta gençlere büyük görevler düşüyordu. On dört yaşında köyündeki sekreterliğe girdi. Burada tarım makinelerinin sayımı, vergi tahsildarlığı gibi işlerde çalıştı.
Köyünden, Kazakistan'a giderek Cambul Veterinerlik Teknik Okulu'nda okudu. Daha sonra şimdiki Kırgızistan'ın başkenti olan Bişkek'e giderek burada Frunze (şimdiki adıyla Bişkek) Tarım Enstitüsü'nde öğrenimine devam etti. Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü'ne geçti ve 1956 ile 1958 yılları arasında Moskova'da okudu.
Yazmaya bu yıllarda Pravda gazetesinde başladı. Ardından, yazdığı eserleriyle üne kavuştu ve 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye kabul edildi. 1963'te Lenin Ödülü'nü aldı. Yapıtları yüz ellinin üstünde dile çevrildi. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Kırgızistan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkesini Lüksemburg'da büyükelçi olarak temsil etti.
Cengiz AYTMATOV, edebi çalışmalarına ek olarak, Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiştir. Ayrıca eski Kırgızistan Dışişleri Bakanı AskarAYTMATOV'un babasıdır.
ESERLERİ
Zorlu Geçit (1956)
Yüzyüze (1957)
Cemile (1958)
İlk Öğretmenim (1962)
Dağlar ve Steplerden Masallar (1963)
Elveda, Gülsarı! (1966)
Beyaz Gemi (1970)
Selvi Boylum Al Yazmalım (1970)
Fuji-Yama (Fuji Dağının Tepesi 1973)
Gün Olur Asra Bedel, (1980),
Darağacı - Dişi kurdun Rüyaları (1988)
Toprak Ana
Cengiz Han'a Küsen bulut
Çocukluğum
Kırmızı Elma
Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı (Son romanı - 2007)
Gün Olur Asra Bedel
Dişi Kurdun Rüyaları


"Barış" gelini Pippa'nın ülkemizde ki hazin sonu gerçekten utanç verici. Bu durumu neyle açıklamak gerekir bilemiyorum... Sapıklık mı? Cahillik mi? Az gelişmişlik mi? Vijdansızlık mı? Yoksa bugüne bakıp, bu alçaklığın yaşanmasına şaşmamak mı?... Can Dündar'ın bu yazısını sizlerle paylaşmak istedim...
Danimarka Odin Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmeni Eugenio Barba, 5 Nisan Cumartesi günü 14:00 – 17:30 saatleri arasında Devlet Tiyatroları Stüdyo Sahnesi’nde oyunculuk ve reji üzerine atölye çalışması yapacak.
Sevgili öğrencim Hamdiye Acar'ı henüz yaşamının baharındayken19.Mart.2008 günü 13 yaşında kanserden kaybettik.
!…?bir çocuk yitiyor karanlıkta,
kayıp bir kıtayım şimdi…
hüzün okyanusunun en mistik yerinde dalgalar üzerime geliyor…
ve kaybolduğum andır şimdi…
hayata bir “siktir çekiyorum”
duyulmayacağımı bilerek…
gözlerim gözlerinde akmaya başlıyor,
yüreğim suskunlukta…
ve ölüm çekiyor ümitsiz bir yalnızlığa…
şiirler okumaya başlıyorum yüksek sesle…
buğulanan gözlerim…
bir otobüs geçiyor gecekonduların çıkmaz sokaklarından,
cama yaslanmış, kirli ilkokul önlüğüyle bir kız çocuğu…
gözlerini görüyorum,
gözleri ıslak, gözleri deniz…
bakakalıyorum ardından.
ellerim ellerine yetişemiyor…
deniz gözleriyle yok olup giderek…
deniz gözleriyle yok olup,
deniz gözleriyle yok,
deniz gözleriyle,
deniz…
Birgün baktım, kültür merkezindeki gençlerin içinde en heyecanlı olanı, sahnede kendini kaptırmış prova yapıyor. Yaklaşıp muhabbet etim.
-Kolay gelsin. Ne yapıyorsun?
-İmgelem gücümü geliştirmek için çalışıyorum hocam. Stanislavski diyor ya, imgelem gücü
olmayan adamın tiyatro sahnesinde işi yoktur diye…
-Bunun için ne yapıyorsun?
-Kendi kendime, olmayan kokuları kokluyorum, olmayan tatları tadıyorum, olmayan sesleri duyuyorum, olmayan görüntüleri görüyorum, bunlardan bir oyun çıkarıp..
-Olmayan seyirciye oynayacaksın !
-Kırma şevkimi hocam ya!
Ben de şevkini kırmayayım diyorum da, fena halde takıyorum şu seyirci sorununa! Yaşam sahnesindeki dönen oyunları seyre öyle bir kaptırmış ki kendini halkım, sahnedeki oyunları seyretmeye hiç niyeti yok!
TATLICININ ACI LAFI
Konuyla ilintili tatlıcı Sebo'yla laflıyoruz…
"İşler nasıl Sebo?"
"Kötü"
"Tatlıcı adamın yüzü sirke satarsa olacağı bu !"
"Bırak espiriyi durum ciddi…Adam çorbasını içecek. Salatasını yiyecek. Ondan sonra sıra tatlı yemeye gelecek de bizim dükkana uğrayacak…Senin tiyatroda işler nasıl?
"Daha kötü..Adam ana yemeğini yiyecek…Salatasını, meyvesini yiyecek…Sonra tatlı yiyecek…Üstüne kaymak koymayı isterse soluğu bizim tiyatroda alacak."
"Tiyatro tatlı üstüne konan kaymak oldu ha! Vah vah…Senin iş daha kötüymüş..İyi oldu seninle laflamamız…Senin halini gördüm de içim ferahladı"
Bence Sebo acilen dükkanının adını " Sado" diye değiştirsin! Adam dostunun zor durumundan sadistçe zevk alır mı yahu? Söz konusu kişi Sebo'ysa alır!
SOYUT İŞE SOMUT TÜYOLAR
Kolay iş değil tiyatro sahibi olmak! Cep telefonu gibi somut bir cihaz satmıyoruz çünkü tiyatroda. Adam cep telefonunu almak için evirip çevirip inceliyor. Deniyor kurcalıyor. Aklı yatarsa alıyor… Söz konusu tiyatro olunca neyi evirip çevirecek. Tiyatro soyut bir kavram! Adam ikna olup bilet alsın diye karşısına geçip birinci perdeyi oynayamam ya!
Tiyatroya seyirci çekme konusunda çevremin bana verdiği tüyoları meslektaşlarımla paylaşmak istiyorum.
1-Tiyatrolar seyirci çekmek istiyorlarsa salonlarının adreslerini açık seçik versinler! Kafamız karışıyor.
( Yani, tutup kütüphanenin karşısı diye yazmayın.Milletin kafası karışıyor.Çantacının arkası, kebapçının bitişiği, dondurmacının yanı diye tarif etmelisiniz. Hele salonunuz bir futbol stadının tam karşısındaysa yaşadınız. Eliyle koymuş gibi gelir bulur sizi seyirci .Bulur dedik,bilet alır demedik. Hemen sevinmeyin!
2-Oyununuz komedi olacak.
(Çünkü seyircinin ilk sorusu budur."Gomedi mi?". Hani o eziyeti çekeceğiz bari gülelim manasında…)
3-Oyuncular tanınmış olacak!
(Tabi, komedi oynadığınızda iş orada bitmiyor..İkinci can alıcı soruyu yapıştırıyor seyirci…" Tanınmışlardan kim var?" Sanki musluğu bozulduğunda kılibi olan muslukçuya yaptırıyor!
Ayrıca siz de çok iyi biliyorsunuz ki, çoğunluğun tanınmış saydığı sanatçıların çoğu "Adı çıkmışlar"…
Tiyatro seyircisi dediğin iki soru sorar. Oyunun yazarı kim? Oyunun konusu ne? Tanınmışlardan kim var sorusunu soranlar muhtemelen televizyon seyircileri. Oyunu izlemek için de gelmiyorlar. Ekranda gördüğü adamın " canlısını" görmek için bilet alıyorlar!
Tanınmışın yoksa o oyunu seyretmiyor adam. Altı adamın oynadığı oyunu izlemek yerine, gidip altı dilim baklava alıp yiyor.Midesi bayram ediyor!
Çoğunluk ruhunun da acıkabileceğinin farkında değil henüz !)
YEDEK TÜYOLAR
Yukarıdaki tüyoları tutturamadım diye yılma hemen tiyatrocu kardeşim, şunları da yap:
- Adam oyundan sıkıldı uyudu diyelim, hemen bir rüya yorumcusu tut ! Kenarda bir tarotçu bulundur veya! Geleceği söylesin!
- Astroloji hizmeti ver örneğin.Seyircilerimizin yıldız haritalarının gizemini çözsün bu astrolog.Geleceğine yakın olmak isteyenlere bir adım daha attırsın.Asıl burcunu bilip de yükselen burcunu merak edenlere de hizmet versin Yükselen burçla filan işim olmaz diyorsan, otur o zaman yükselen borcunu hesapla!
- Bak mesela masajcı tutabilirsin ( Sosyal masajcı !), oyun izlerken kasılıp kalmış seyirciye masaj yapsın!
- O da olmadı oyunun bir yerinde bir uzman çıkar bir haftada on kilo nasıl verilir onun reçetesini versin!
- Ya da çekilişle seyirciye çeyrek altın ver! Gişen çalışmıyor bari kafan çalışsın tiyatrocu! Altını sağlama al!
Ali Erdoğan (www.tiyatrodunyasi.com)
17.01.2008

Dans Yaz Akademisi’nde koreagrafi yarışmasını kazanmıştır. Bu gösteri koreografi olarak güzel fakat toplumsal eleştiriden uzaktır. Çünkü henüz kendi özgün tonunu bulamamıştır. Buna rağmen iç titretici bir coşku ve dışavurumcu beden tabloları ile büyük bir koreagrafi yeteneğini müjdelemiştir.1973 yılında Wuppertal Balesi yönetimine gelmiş. Burada da gösterilerini “dans tiyatrosu” başlığı altında sunmaya başlamıştır. Bausch bu süreçten sonra ABD ve Avrupa’da iyice tanınmış ve İngiltere’de ise Bausch’a Kanal-4 için hazırlanan üç televizyon programı aracılığı ile çok yakın bir zamanda önem verilmeye başlanmıştır. Almanya ve ABD’de dansçı olarak eğitim gören Bausch farklı milliyetlerden 26 dansçının oluşturduğu kendi dans tiyatrosunda dansçı, yönetmen ve koreograf olarak 33 yaşında en önemli çıkışını yapana kadar (Wuppertal’in başına geçmesi) hem Almanya hem de ABD’de önce dansçı sonrada koreograf olarak yıllarca çalışmıştır.
e izlediğim ve üzerine yazılan tüm yazılarını okuduğum Pina teyzenin çalışmalarına benzemiyordu. Ben kendi kendime acaba anlayamadığım bir şey mi var diye düşünürken basında ve televizyonda benimle aynı düşüncede insanlar olduğunu gördüm. Demek ki tek “anlamayan” ben değilmişim. Ancak sevgili organizatörler ve bir “hısım” sanatseverler durumu kurtarmaya çalışarak “bu bir soyut İstanbul’dur, sizi yanıltmasın bu İstanbul’un ruhunun sesidir” gibi sözler sarf edip durumu kurtarmaya çalıştılar. Oysa herkes görmüştü ki kral (pardon Pina Teyze) çıplaktı. Bu sanat sevicilerimiz (pardon sanatseverlerimiz) elbetteki çıplak olduğunu söyleyemezlerdi. Çünkü o zaman Pina Teyze kızar ve bir daha da gelmezdi (diimi ama!) Böyle olunca “soyut İstanbul” deyimini pek sevdiler. Çünkü “soyut” kelimesi bir kurtarıcıdır ve neyin önüne gelirse gelsin mistik anlam ve gizem katar böylece de eğer o şeyi beğenmediysen yandın! Kesin anlamamış konumuna düşersin. Böyle olmaması içinde hemen sesini kesip “breh breh vay be adamlar yapmış” demen gerek. Lakin gel gelelim ben sesimi kesmiyorum ve kralın çıplak olduğunu söylüyorum. Öncelikle haksızlık etmemek gerek. Türkiye’de İzlediğim birçok gösteri sanatlarından daha iyiydi fakat gösterinin İstanbul ile bir ilgisini kuramadım. Hamam sahnesini, Türkçe replikleri ve Türk müziğini çıkarın adını ister Meksiko City, ister Budapeşte, isterseniz Mogadişu projesi koyun fark etmez. Daha sonra öğrendik ki Pina Bausch ve grubu İstanbul projesi için İstanbul’da sadece iki hafta kalmış, yanlış duymadınız iki hafta, yani 15 gün, yani 360 saat, evet evet bildiğimiz iki hafta… ve bu süre içinde İstanbul gibi bir kentin havasını kokusunu ve ruhunu çözdüler, üstüne birde sanat olayı gerçekleştirdiler. Üstelik dans tiyatrosu olan bir grup anlattığı kentin insanlarının danslarından hiç etkilenmeden -birkaç göstermelik figürü saymaz isek- yaptılar bu işi. (Breh breh adamlar yapmış bea!). Sonrada bunu bize yutturdular(!) Peki bunu hepimiz yuttuk mu? Elbetteki hayır, kimilerinin boğazına takıldı ama her neyse. Yani özetleyecek olursak şu bir gerçektir ki Pina Bausch ve grubu bu çalışma üzerinde titizce çalışmamışlar ve çok acıdır ki pek önemsememişler. Oysa daha önceden Pina Bausch izleyenler bilir, Bausch ve grubu isteseler çok daha mükemmel bir çalışma sergileyebilirlerdi eğer bu işi ciddiye alsalar idi. Gözlemlerini 15 güne sıkıştırmaz daha fazla zaman ayırabilirlerdi. Yok eğer İstanbul’a ayıracak vakitleri yok ise de bu projeden vazgeçip iş olsun diye iş yapmamalıydılar. Lakin onlarda biliyor ki sanat sevicilerin (pardon sanatseverlerin) çok fazla olduğu İstanbul’da bunu yutturmak, yutturamasalar bile gargara yaptırmak çok kolaydı. O yüzden kendilerini yormadan bu işin altından kalktılar. Peki bu konuda bize ne yapmak düşüyor? Bu sorunun yanıtı ise çok kolay: Yaşamda ki her şey adına, (unutma! konumuz sanat), öyle ise sanat adına yapılan tüm kötü, ciddiyetsiz ve titizlikten yoksun olan her şeyi acımasızca eleştirmek ve sonunda kellenin gideceğini bile bile “kral çıplak” diyebilmek…
"Merhaba dostlar,